5 Ekim 2007 Cuma

GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu bir türkü: -
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü: -
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor;
kanlı, kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşıyanlar!
İşte:
Şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak
delikanlıların rüyalarında yanan
o "an"
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
emret ki ölem
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!...
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!

(1924)NAZIM HİKMET RAN

12 Mayıs 2007 Cumartesi

YOLCULUK GÜNCESİ
















Belki de bir haykırıştır sadece hayat…Bir başkaldırıdır yaşamak…Her soluk alışımız inatçı bir direniştir kutsal evren yasasına
Ve gözyaşları…Tenine batan her bir diken için bir damla yaş…duyan var mıdır ?





Sesimi duyuyor musun !...Benim ben… Varolma çabamı görüyor musun ??



SUSMA NE OLUR…



Kırgınsın değil mi ey insan…Yüzünü aydınlığa dönmek isterken üzerine çullanan hayaletlerden kurtulamadığın için üzgünsün değil mi ???
AMA BİR DE SEVGİ VAR






İliklerine dek hissetmek istediğin…Damarlarına bir özsu gibi çekmek istediğin…





VE SADECE SEVGİ GÜLÜMSETEBİLİR SENİ…GÜNEŞ IŞIĞI GİBİ İÇİNDE FİLİZLENİR..

KIRMIZI KARANFİL


İnsana kendinden başka cehennem yok



Hapisten çıkalı bir 20 gün olmuştur herhalde. Ne günleri saydım ne de geceleri bildim...Karmakarışık bir bahçenin ortasında öylece tek kalmış karanfil çiçeği gibiyim sanki...Her şey yabancı bana ; Karım yabancı, çocuklarım yabancı, duvardan ayıplayarak bakan babamın resmi yabancı...Anamın izi bile kalmamış...Bir zavallı kuştu anam...Ne zaman uçtu, ne zaman gitti...Onu bile hatırlamıyorum.
Kuru nane ve hamur kokan bu evde ne zaman yaşadım ben ?...Ne yaşadım ?...Gözleri çukura kaymış, elleri yol yol olmuş bu kadınla neyi paylaştı yüreğim ?...Çıktığımdan beri her şey boğuyor beni...Özlüyorum mapusdaki lekeli kırık çay bardaklarından tüten, acısı iç yakan tavşan kanı çayları...Çayın katığı peksimeti özlüyorum elimde değil...Reşid Ağanın tespih şıkırtısına karışan Cafer’in yanık Urfa türkülerini istiyor kulağım. Musa Canın yitik sayıklamaları ardında kalan Gardiyanın babacan gözleri...
Samiye’yi bir tek görüş günlerinde hatırlıyorum ne garip...Geri kalan zamanda belirsiz bir hayalet, kara bir gölge Samiye...Karım...Kadınım oysa...Pazen geceliklerinin ardından patlayan kocaman memeleriyle kadınım...
Ne aşkı bildi bu yürek ne sevmeyi...Öğretmediler ki nasıl sever insan ?...Nasıl incitmeden koklanır çiçek ?...Nasıl örselemeden sahip olunur bir kadına ?...Bilmedik. Şimdiyse belki bildik ama çok geç artık. O duvarlar çoktan çakılmış yüreğimin tam ortasına...Eğri büğrü, kapısız, penceresiz duvarlara hapsolmuşum...Ezilmişim böcekler gibi...Doğrulamam imkanı yok...
Samiye anladı mı yitmişliğimi ?. Çıktığımdan beri evin ufak avlusunda yürür duruyorum...Mapusdaki voltalara benzemez bu yalnız gidiş...Ellerim ceplerimde, omuzlarım düşmüş yürüyorum...
Oysa her gün hevesle beklerdik volta saatlerini...O daracık, havası kıt avluda sağ yanımda Reşid ağa, sol yanımda Cafer yürür dururduk...Sanki köyümüzün, ocağımızın bahçesindeymişcesine keyifli, bir o kadar da ciddi...Yüzü geldiğinden beri sarı kara, elleri damar damar kabarmış Musa Can çöküverirdi duvarın çatlağının dibine...Nicedir ciğerleri hasta solup gidiyor günbegün Musa Can...Ama inadına tüttürdüğü sigarasını hep o duvar çatlağına basardı...Ölüme dönüktü yüzü...Güneşe dönen günebakanlar gibi ölüme dönmüştü...Kendi kendine konuşur, güler, ağlardı...
Hele bir türkü söyle Cafer !...Urfa’nın etrafı dumanlı dağları söyle !...Gencecikken, dalda bir kiraz gibi tazeyken ölüme giden Bedir’in türküsünü söyle !...Toprağın çatlağına sıkışıp kalan gülümsemeleri anlat Reşid Ağam !...Ekinlerin boy verişini, yaprakların rüzgarın önünde nazlı gelinler gibi salınışlarını anlat Musa Can !...Gitmeyeydin Musa Can...Kalaydın biraz...
Ne avlunun sessiz yalvarışı avutuyor beni ne Samiye’nin anaç bir kuş gibi özenli, yumuşak kadın bakışları...Geceleri sarındığım saten yorganımdan başka bir şey istemiyor bedenim...Kadınımla paylaştığımız yatak odasının ıssızlığından ürküyorum...Uyuyamıyorum...Somya gıcırtılarına karışan demir tıngırtıları olmadan da uyuyamam artık...Benim bildiğim anladığım tek gerçek mapusluk...Bedenimi çıkardılar neye yarar ben sonsuza kadar kapanmışım parmaklıklara...Lakin artık yapayalnızım zindanlarımda... Acım bundandır...
Oğullarım iki taze fidan gibi soluklanırlar yanı başımda ama dokunamam kara kıvırcık başlarına...Elim varmaz...Onlara şimdi tanımadıkları yabancı bir baba değil avunacakları bir baba resmi lazım sadece...Ah Musa Can ah !...
Havanın bahara döndüğü bir öğleden sonra yıkıldı Musa Can...Çömeldiği duvarın dibine yavaşça kayıverdi kurumuş bedeni...Reşid Ağanın iri elleriyle kavradığı başı bir an kımıldadı sadece...Gözleri göğe dikildi...Kara sarı yüzünden belli belirsiz bir pembelik geçti ve tek bir solukla gidiverdi Musa Can...Başı Reşid Ağa’nın ellerinde, bir eli Cafer’in eline saklanmış diğeri bende emanet...Akşamına ağıdını yaktı Cafer...Bağlamasına doladı türküsünü...
Hacer Gelin gencecik yüzüne yaraşmayan çizgiler ve lekelerle geldi Reşid Ağanın ziyaretine ve kocasının bıraktığı üç kuruşu başı önünde aldı Ağadan...Birde mercan tespihini...Yıkıla yokola gitti Hacer Gelin...Kocası zamansız göçmüş bir kadın nereye giderse oraya. Mezarlığa...Hocaya...Anasının evine...Varlığından utanç duyulan bir sığıntı o artık...Dulluk alnına çakılan bir çivi...Battıkça batar, kanattıkça kanatır...Öldürmez ama tüketir.
Samiyeye boncuk aldırdım geçen gün renk renk...Boncuk işi yapayımda satayım dedim...Mapusda uğraşımız, eğlencemizdi bu...Sigara paramızda çıkardı hani...Elim varmadı nedense. Sessiz soluksuz bu avluda tutmadı elim boncuğu...
Günlerimi boş avluda turlayarak geçirdiğimi gören Samiye çiçekli bir minder attı duvarın dibine oturayım diye ama nafile alışmamışım ki...Duvar dibine çömelmekteyim hala...
Bazen günebakanların gölgesinde uyukladığım eski çocukluk günlerimi hatırlarım...Vızır vızır arılar uçuşur...Hışır hışır rüzgar vururdu dallarına incecik otların...Ayağım çıplak, derim güneşten kararmış, burnumda anamın yarma çorbası kokusu mis gibi...Henüz duvar, hücre, parmaklık, mapusluk nedir bilmiyorken...Musa Canın belki bebek olduğu o günlerde...Belki daha doğmamıştı bile garip...
Çıktığımdan beri acayip rüyalarla boğuşur oldum oysa içerdeyken hiç rüya görmezdim. Reşid Ağayı neşeyle halay çekerken görüyorum sık sık...Cafer halay başı olmuş...Beni de çağırıyorlar el edip...Ama öyle ağırım ki külçe gibi kalkamıyorum yerimden...Sonra hepsi ufalmaya başlıyorlar...Yer böcekleri gibi ufacık oluyorlar...Musa Can geliyor hepsini yerden tek tek toplayıp kıpkırmızı bir karanfil çiçeğinin taç yapraklarına oturtuyor...
Defalarca hocaya ve Samiye’ye anlatmayı düşündüm bu rüyayı ama onlar nereden bilir Reşid ağayı, Caferi, Musa Canı...
Ama geçen haftadan beri karışık aklım hem de bizim çapalanmış patates tarlası gibi toz duman...Bizim evin çıplak avlusunda duvar dibine çökmüş Musa Can...Dalgın dalgın yere bakıyor...Sonra başını yerden kaldırıp tütün rengi gözlerini gözüme dikti ve sımsıkı kapadığı avuçlarından bir karanfil çiçeği bıraktı yere...Kıpkırmızı, kan gibi ışıl ışıl yanan diri bir çiçek...Oysa Musa Can giderek soluklaşıyor, siliniyor sanki...O soldukça çiçek daha bir canlanıyor...Sanki işvebaz bir hatun gibi kıvrım kıvrım, büklüm büklüm oluyor...Ellerimi Musa Can’ın artık iyice silinmiş bedenine uzatıyor tutmaya çabalıyorum...Nafile !...Yitip gidiyor...
Bir hafta boyunca sürekli içime yapıştı bu rüya...Geceleri terleyerek, boğularak uyandım çoğu kez...Soran gözlerle bakan Samiye’ye sigaradan boğazım yanar demek zorunda kaldım. Belki Yaşar Hoca’ya bir gitmeli...
Ben nicedir mapuslukdan başka hayat bilmez olmuşum. 30 yaşında umutla dolu bir delikanlıyken girdim, 50 yaşımda yolun sonuna yaklaşmış, avurtları çökmüş, saçları bembeyaz yaşlı bir adam iken saldılar dışarı...Ne çok ölüm hastalık, yıkım ama ne kadar da çok dostluk, kardaşlık, dirim gördü bu gözler...Nicedir günebakanların altında uyumaktan başka isteğim yok...Uyumak !...Bir daha uyanmamacasına...Bir de eğer denk düşerse Musa Can’ın anasının tarhana çorbasından içmek...Naneli, yoğurtlu tarhanayı Anam bacıyla kaşıklamak...


Kadın o sabah garip bir önseziyle uyandı yatağından...Kocası yoktu yanında...Zaten yatağın bir ucuna büzüştüğünden var mı yok mu anlayamıyordu ki !...Kalbi bir başka çarptı kadının ...Endişeyle bacaklarını yere sallayıp doğruldu. Hiç yapmazdı ama bu kez pazen geceliğinin eteklerini toplayıp avluya yürüdü...Bomboştu avlu...Ipıssızdı...İnceden bir yağmur çiseliyordu tıpır tıpır...Ayaklarına plastik terlikleri geçirip yürüdü...Avlunun orta yerinde kıpkırmızı bir karanfil çiçeği yatıyordu... Karanfilin baharatlı kokusu tüm avluyu sarıvermişti adeta...Kadın düşecek gibi oldu, sallandı.


Bir sabah öylece hiçbir mektup ya da not bırakmadan ve yanına eşya almadan gidiverdi...
Kadın derin bir soluk aldı ve her zamanki işlerine koyuldu...Oğlanlar rahatladı sanki...Karanlık bir buluttan kurtulmuş gibi neşelendiler...
Uzaklarda bir köyde, ıssız, terkedilmiş bir mezarda bir karanfil boy verir oldu kendi kendine...
Günebakanlara şarkı söyledi bir çocuk !...Bir bebek ana rahmine düştü belki de...Saçları belikli bir kız gelincikler gibi kızarıverdi aniden...Adı bilinmez bir köyde incecik akan çeşmeye toprak bir testi bıraktılar dolsun diye...
Kollarını gülerek uzattı Musa Can.
Bağlamasının tellerinde hızlı hızlı parmaklarını gezdirdi Cafer...
Tespihinin kopan ipiyle uğraşıyordu Reşid Ağa...
Tulum peynirini bastığı köy ekmeğiyle kahvaltı yapıyordu Gardiyan...
Serseri bir kuş iniverdi avluya...
Serseri bir kuş...
Bir kuş.

Ankara - 2002

11 Mayıs 2007 Cuma

YOKUŞLU KAHVE







Nedendir bilmem incir ağacı hep harabelerin üzerinde biter. Nerede yıkık dökük bir tiyatro veya sütunları un ufak olmuş bir tapınak eskisi varsa adeta alay edercesine tam üzerinde yemyeşil, capcanlı bir incir ağacı vardır. Kazı yaptığım köyde hatırlarım da Roma tiyatrosunun en üst basamağına köklerini keyifle yaymış bir incir vardı. Ağustos güneşinde terleye terleye kazı yaptıktan sonra gölgesinde oturup Deveci Hüseyin Dayı'nın bakraçla dağıttığı ılık sudan içerdik. Mevsimi gelince inciri de pek lezzetli olurdu hani. Ama Naciye Nine'nin dediği gibi inciri yerken içine bakmayacaksın, yoksa minicik çekirdeklerin arasında neşeyle oynaşan kurtları görmen işten bile değil.
Hep düşünürüm viranelerin ortasında biten incir ağacı neyi simgeliyor diye...İnancıma göre doğada hiç bir şey sebepsiz ya da anlamsız değildir. Belki hayatın geçiciliğini, bütün ihtişamı ve canlılığına rağmen bir gün yok olup gideceğini... Ya da tam tersi asla ümidi kesmemek gerektiğini...Yaşamın bir viraneye dönüşüp dökülüp aktığı anda bile yepyeni bir umudun incir dalları gibi büyümeye hazır olduğunu...Kimbilir ?
Belki bu yüzden, belki de ileri görüşü kıt saf bir adam olduğundan bilinmez Ödemişli Halil Efe bütün itirazlara kulaklarını tıkayıp kahvesini tepedeki incir ağacının dibinde açtı. Ödemiş'de varını yoğunu satıp bu kıyı kentine geldiğinde tek bir şey vardı aklında kahve açmak. Çocukluğundan beri duvarları zeytin dallarıyla süslü, mavili yeşilli minderlerle donatılmış apaydınlık bir Ege kahvesi süslerdi hayallerini...Ama ancak 50. yaşında nasip oluyordu kendisine düşünü gerçekleştirmek...Niye bu kadar vakit harcamıştı ?. Belki sert bir adam olan babasının bağa bahçeye düşkünlüğü ya da karısının evinden ocağından ayrılmak istememesi...Her ne olursa olsun Halil Efe 50 yaşına kadar ah bir kahve açsam diye yanıp yakılırken, bir gün aniden oturduğu çiçekli minderden fırlamış, bağını bahçesini zarar etmeden satıvermiş ve karısının şaşkın bakışları altında tası tarağı topladığı gibi bu ışığı bol kıyı kentine gelivermişti. Haftasına karısını da aldırdı yanına. İki oğlu zaten evlenip İzmir’e yerleşmişlerdi bu yüzden sesi çıkmadı Hafize Hanım'ın.
O yaz yüzünden akan tere aldırmadan karış karış dolandı her yeri. Sonunda kentin biraz dışında, insanın soluğunu kesen bir yokuşun tepesinde küçük bir arazi parçası buldu ve hemen satın aldı. Kimse bir sürü uygun yer varken neden bu ıssız yerde piramit gibi yükselen yokuşun tepesinde dalları karıncalanmış uyuz incirin dibinde kahve açmaya karar verdiğini anlayamadı. Tanıdıkları, biraz iş tecrübesi olan herkes karşı çıktı bu işe...
-Etme Halil Efe buradan iş çıkmaz. Hangi akıllı gelir yokuşun tepesine çay içmeye !...
-Halil Emmi bak sen acemisin anlamazsın, tutunamazsın burada...Gel inat etmede bari şu çukurdaki bahçeyi satın al !
-Halil kardeşim çok eser bu tepe...Uçurur adamı... Etme eyleme!
Halil Efe hiç tınmadı bile. Hem anlamıyordu körfezi kuşbakışı seyreden, mis gibi deniz rüzgarlarının estiği tepe dururken neden çukurda manzarasız yerde terleye terleye oturmak istesin insanlar ki ?...Yokuş dedikleri bir adımlık yükselti.
Aslında garip bir büyüsü vardı tepeciğin belki o yüzden...Yüzünü denize dönüp imbata verdin mi kendini mis gibi çiçek kokuları geliyordu dağlardan...Yasemin, mersin dalı ve hatta günlük kokusu bile hissedilebiliyordu. Aşağıda çırpınan denizin neşeli dansı da cabası...İncir ağacı da sabah sisinde zümrüt gibi pırıltılı görünmüş olmalıydı Halil Efe'ye...Sanki büyülü dallarını açmış yeni sahibine kendini beğendirmek istercesine salkım salkım., deste deste serivermişti güzelliklerini ortaya....Yerde ki çakılların da saf elmaslar gibi parlayıp yanmasına vurulmuştu Halil Efe...O sabah kır otlarının tüylü yapraklarında kristal berraklığında sabah çiğleri vardı. Ödemişli Halil Efe çarpılıvermişti işte doğanın bu tatlı aldatmacasına... Bana göre ise yokuşun tepesindeki o küçük toprak parçası Halil Efe'yi yeni sahibi olarak seçmişti. Yani dönüşü yoktu bu işin.
Halil Efe birkaç adam tutup hemen işe girişti. Babam delirmiş diyen büyük oğlu hiç uğramadıysa da yanına küçük oğlu vicdanına yenilip yardıma koşmuştu ama kahvenin yerini görür görmez yüzü asılıverdi.
Kışın da oturulması için kapalı bir yer gerekiyordu o yüzden iş uzadı. Halil Efe elleriyle duvarlara zeytin dalları ve üzüm salkımları çizdi,bir de defne çelengi oturttu üzerlerine. Nereden bilirdi ki bu motiflerin binlerce yıl önce de Ege meyhanelerinin duvarlarını süslediğini.Açık mavi zemine yayılan yemyeşil yaprakların ve erguvan renkli üzümlerin benzersiz bir canlılığı vardı. Bütün tahta masaları ve sandalyeleri Ege geleneğine uygun çivit mavisine boyadı, üzerlerine de yeşilli mavili morlu çiçekli dallı minderler diktirdi. Bir de tabela yaptı yeşile boyalı tahtadan üstüne beyaz boyayla yazdı "Ege Kahvesi". Çayını kahvesini oraletini aldırdıktan sonra bir açılış yaptı eşe dosta.
Yokuşu tırmanıp soluk soluğa gelenler bir karanfilli çay içtikten sonra ancak kendilerini toparlayabiliyorlardı. Şaşkın şaşkın etrafa bakındılar. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde açılmış, duvarları acayip resimlerle boyalı, karıncalanmış uyuz incir ağacının dibinde taşın toprağın üzerinde bir kahve...Başlarını sallayıp "Ah Halil Efe ah" diye söylenip durdular. Torunlarının kolunda soluk soluğa içeri giren 90 belki 100 yaşındaki İbraam Dede elini öpmek için eğilen Halil Efe'ye"Berhudar ol oğlum pek güzel olmuş, lakin incirin dibi olmayaydı keşke" dedi.
-Niye ki İbraam Dedem ?
- Oğul eskiler der ki incirin dibine yapı yapılmaz, incir viranelerde biter, yanında yöresinde ne varsa viraneye çevirir a oğul !

İlk zamanlar az da olsa üç beş müşterisi vardı Ege Kahvesi'nin. Hatta bir de çırak tutmuştu Halil Efe. Macit temiz pak giyimli, ciddi suratlı bir çocuktu ve işini pek önemsiyordu. Her sabah ince ince toz alır, bardakları, fincanları usulünce sıralardı tezgahın üstüne. Sonra bahçedeki çiçekleri sulayan ustası işini bitirip gelir ve o pek sevilen karanfilli çayı demlerdi. Macit çakır gözlerini iri iri açıp seyrederdi ustasını...Çay demlemenin inceliklerini öğrenmek için. Büyüyünce o da bir kahve açacaktı kendisine...Ama o duvarlarına kuş resimleri çizecekti allı yeşilli, adını sanını bilmediği bir sürü alacalı kuş.
Genelde yaşını başını almış birkaç tanıdık gelirdi ama arada yabancılar da uğrardı tek tük. Gençlerin tercih ettiği bir yer olamamıştı Ege Kahvesi.
Gelenler garip bir şekilde suskun yüzleri denize dönük otururlar, dalgın dalgın çaylarını ya da kahvelerini yudumlarlardı. Bahçedeki sedirlere dizlerini toplayarak oturan eski balıkçılar ya da zeytinciler dingin bir huzur içinde tespihlerini çevirir, nadiren aralarında konuşur, çoğunlukla sessizliği paylaşırlardı. Sanki söyleyecek sözü, yaşayacak günü kalmamışcasına sakin ve hareketsiz öylece otururlardı.
Ege'nin zengin geçmişinin gururlu mirasçılarıydılar onlar ve artık sözü arkadan yetişenlere bırakma vaktinin geldiğini biliyorlardı. Susuyorlardı o yüzden...Susma özgürlüklerini kullanıyorlardı...Evrenin o kendine özgü diliydi artık konuştukları...Ağaçlar, böcekler, açık deniz cinleri, yemyeşil dolgun etli zeytinler, gümüş pullu balıklar, mis kokulu yosunlar nasıl konuşuyorlarsa onlarda öyle konuşur olmuşlardı aralarında. Halil Efe onların dillerinden anlıyordu elbet. Vurgun yediğinden bir bacağı sakat kalmış İhsan Dayı eliyle sedirin kenarına vurdu mu kahvesini tazelerdi Macit. Ya da iflaslarda her şeyini kaybettiği için oğlunun yanında sığıntı gibi yaşayan Mehmet Bey parmağını şıklatıyorsa bu hesabı getir demekti. Oğlu askerde öldüğünden beri yüzü gülmeyen Murat Amca elini cansız cansız kaldırdığında çay istiyor demekti.
İşte bu yüzden belki kimsenin konuşmadığı maalesef gençlerin de pek uğramadığı sessiz ve durgun bir mekan oldu Ege Kahvesi.
Zamanla kahvenin müdavimleri bir bir çekilmeye başladılar. Kimi hastalandığından, kimi vadesi yetip göçtüğünden kiminin de artık o yokuşu çıkmaya soluğu yetmediğinden. Günün birinde Halil Efe ve Macit duvarları yer yer soluklaşmış ıssız bir kahve de kalakaldılar öylece. Can sıkıntısından kutu kutu boya aldı Halil Efe zeytin dallarını salkımları boyadı yeniden, duvarın boşta kalan yerine Macit beyaz beyaz güvercinler çizdi. Yeni çiçekler ektiler bahçeye ama bir tek müşteri bile gelmez olmuştu artık neredeyse.
Günlerce haftalarca boş boş oturan Halil Efe bu uğursuzluğu incir ağacından bildi ve bir gece uyurken yatağından fırlayıp giyinmeye başladı. Hafize Hanım sıçrayıp oturuverdi örtülerin altında...
-Hayrola Bey bir şey mi oldu ?
-Hanım ben bu işi çözdüm
-Hangi işi Bey ?
-Kahveye niye kimsenin gelmediğini !... İncirin uğursuzluğu bu İbraam Dede demişti ya dinlemedim rahmetliyi.
-İncir mi ?
-He ya...İncirin dibinde yapı olmaz, iş kurulmaz demişti dedem...İncir viraneleri severmiş o yüzden de her şeyi viraneye çevirirmiş
-Tevekkeli ocağıma incir ağacı dikildi derlerdi eskiler
-Hah işte bak haklıyım Hanım gidip keseceğim o mendeburu !
Tatlı bir Yaz gecesiydi ve gökyüzünde binlerce yıldız binlerce minik göz gibi parıldıyordu, ancak Halil Efe'nin bunu görecek hali yoktu. Bir elinde balta nefes nefese gidiyordu yokuş yukarı. İncirin dibine varınca az soluklanayım diye sedire oturdu. Garip bir hışırtı sarmıştı etrafı...Dönüp gözlerini kısınca gördü incirin rüzgarla sallanan dallarını. Sanki Yapraklar büyümüş, ağacın gövdesi genişleyip serpilmişti. Her bir dalından incirler sallanıyordu daha olmamış ama etli etli. "boşuna" diye söylendi "beni bir daha kandıramazsın".
Dinlendiğine kanaat getirince baltayı kavrayıp fırladı ama o da ne !...
Dallı budaklı incir gitmiş yerinde İbraam Dede duruyor. Yeşil bir kaftana bürünmüş, başını etrafında defne çelengiyle.
-Oğul dellendin mi sen ?
-Dedem bu bir hayal bilirim...Seni geçen yıl toprağa verdik biz...Çekil önümden dedem
-Oğul ağaç kesmek sana yakışır mı ? toprağın beslediğini yok etmek töremize uyar mı ?
-Dedem ama demiştin ki ?
-Ben sana kahveyi dibine açma dedim. İnciri sök demedim.
Baltayı bana vurursun oğul o ağaca değil ...Bana.!..
Halil Efe'nin balta düştü elinden...Büyülenmiş gibi kalakaldı ağacın dibinde. Neden sonra gün ışırken fark etti, incirin dibinde uyuyup kaldığını kızdı kendi kendine. Garip bir ağırlık çöktü üstüne bütün gün sağda solda uyuklayıp durdu. Gece olunca toparlanıp bir kez daha gitti inciri kesmeye. Tüm gücünü toplayıp baltayı kaldırdı tam vuracaktı ki ince bir ses durdurdu onu..
-Ağam kıyma canıma
İnce beyaz tüllere bürünmüş sarı saçlarını tepesine bukle bukle toplayıp altın bir taçla tutturmuş güzel bir kız duruyordu karşısında. ellerinden incir dalları sarkıyordu yere. sanki köküyle toprağa bağlanmış gibi hareketsiz duruyordu.
-Beni durduramazsın !..Hem kimsin sen ?..İn misin cin misin ?
-Ben incir ağacının ruhuyum. Binlerce yıl bu gövdede beslenip büyüdüm. Geçmişin beyaz giysili, altın çelenkli, zengin ve mutlu insanları koruyup kollarlardı beni... Kutsal sayarlardı meyvelerimi. Tanrılarına sunmak için izin alıp kopartırlardı dallarımı, yapraklarımı, incirlerimi...Sonrasında korkunç savaşlar oldu bilemezsin ne günlerdi. Gencecik kadınlar kanla lekeli beyaz ipek giysilerini sürükleyerek gelip sığındılar dallarıma...kucaklarındaki bebeklerini adadılar kurtulmak için kıyımdan. Kimi saçlarından sürüklendi götürüldü yeni efendilerinin çadırına...Kiminin göğsünde demir hançerler parıldadı. Kimi aklını yitirdi dağlara vurdu kendini. Sonra ellerinde tahta haçlarla geldi bir sürü yorgun ve fakir insan. Meyvelerimi sundum onlara doyursunlar zayıf bedenlerini diye. Kaba pelerinlerine sarılıp uyudular köklerimin dibinde her bir hışırtıdan korka korka. Gümüş mızraklı, zırhlarla kaplı adamlar götürdü onları döve döve...Aslanlara kaplanlara yem olsunlar diye...
Günler geçti bu kez elleri haçlılar yıkıp yaktılar yanımı yöremi...Taştan heykellerin alınlarına haçlar kazıdılar. Gün geldi başı yemenili genç kızlar ilk aşklarını yaşadılar gölgeme sığınıp. Dallarımla korudum onları öfkeli bakışlardan. Allı güllü şalvarlı kadınlar bezler bağladılar dallarıma... Verimliliğim onların kısır bedenlerine geçsin de bir bebekleri olsun diye.
Beni kesecek misin ey ölümlü insan ?...kesmekle kurtulacak mısın ağacın ruhundan ?...rüzgarı durdurabilir misin? ...Güneşi söndürebilir misin ?...Doğadır her şeyin zamanını belirleyen...beni kesmekle mi kurtulacaksın unutulmuşluğundan? unutma ki doğa kendine ait olanı er veya geç geri alır...Bu bedele hazır mısın ?
Halil Efe ertesi sabah erkenden nereden bulduysa bir çapa buldu iyice dibini kabarttı incirin, bir güzel suladı, kuru dallarını ayıkladı. Macit yorulan ustasına demli bir çay koşturdu sonrada çekinerek konuştu.
-Ustam benim ağabeyim gübre işinde çalışır bir danışayım istersen ?
Ertesi gün Macit'in ağabeyi elinde renkli renkli kutularla gelip boyalı sular yaptı ve dibine döktü incirin sonra da iyice gübreledi, böceklerini ilaçladı. Macit, ağabeyi, Halil Efe günlerce bakıp temizlediler ağacı. eş dost baş sallayıp söylendiler.
-Halil Emmi yedi sonunda kafayı işsizlikten aklını kurtlu ağaca taktı.
-Vah Vah dağ gibi adam iyice üşütmüş
-Uğramış diyorlar. Hafize Teyzeden duydum iki gece ağacı kesmeye yeltenmiş yapamamış... cinliymiş ağaç..Çarpmış herhal.
Sonunda ağaç öyle bir büyüyüp gelişti ki akıllara durgunluk verir. Yemyeşil parlak yaprakların arasından iri iri incirler göz almaya başladı. Mis gibi bir koku sardı etrafı...Kopkoyu gölgesi oldu ağacın. Rüzgar estiğinde tatlı tatlı sallanıp mırıl mırıl şarkı söyler gibiydi ağaç.
Bana sorarsanız artık müşterisizliğe de aldırmaz oldu Halil Efe...Varsa yoksa ağaç...Eski bir orman büyüsüne mi yakalandı yoksa...yaramaz perinin biri oyun mu oynar onunla bilemem...Sonuçta mutluluktur işin aslı ve bizim Halil efe pek bir mutluydu.
O öyle tatlı tatlı gerinirken incirinin altında ve belki de uzaklardan gelen bir lir sesinin büyüsüne kapılmışken yokuşun altında gümüş rengi bir arabadan sarkan bir afacan elle kolla ağacı işaret ediyordu.
-Baba baba şu ağaca baksana ne güzel kocaman nedir o ?
-İncire benziyor değil mi Şule ?
-Evet canım incir.
-Galiba birde cafe var yanında gidelim mi ?
-Hayatım dik bir yokuşa benzer ama sanırım park edebiliriz.
-Baba Baba gidelim ne olur
Arkeolog Rıfat Bey ve eşi Şule Hanım bayıldılar Ege kahvesinin sakinliğine ve Halil Efe'nin karanfilli çayına. Böyle bir yer kalmadı artık bugünlerde diyerek hayranlıklarını dile getirdiler. Ertesi gece verecekleri kazıya veda yemeği için burası çok uygun dedi Şule Hanım. Halil Efe'nin elleri dolaştı heyecandan. Mangal yakarım Beyim, Hanım da gözleme yapar isterseniz deyiverdi.
Sonraları belki bir beş yıl sonra Halil Efe emekliliğini Rıfat Bey ve Şule Hanımla Ege Kahvesi'nde, yeni adıyla İncirli cafe de kutladı. İşleri küçük oğlu ile Macit devralacaklardı. İkisi de pek heyecanlıydı. Popüler bir cafeyi işletmek kolay değildi ne de olsa.


Ankara - Kasım 2000

10 Mayıs 2007 Perşembe


HÜLLECİ YAKOVAS


Recep Efendi nefes nefese koşuyordu...Çakır gözleri iri iri açılmış, genelde soluk beyaz görünen suratı kırmızıyla karışık mora kesmişti...Yol boyunca rastladığı komşular “Herhal Recep Efendi bir alacağının peşinden koşuyor “ diye sırıttılar. Aileden varidatlı, buna rağmen pinti mi pinti Recep Efendi’yi kasabada seven pek yoktu. Malına mülküne düşkün, bir yırtık ceketinin bile peşini bırakmayan bencil ve aksi bir adamdı. O yüzden sabah sabah kan ter içinde koşması da bir alacak işine bağlanmıştı. Ancak durumun sanıldığı gibi olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Zira bizim Recep Efendi nicedir tutmakta olduğu soluğunu camiden çıkan hocanın eteğinin dibinde alıverdi. Hoca alaylı alaylı omzuna vurdu elini;
- Ooo! Bu ne şeref Recep Efendi ...Zatı alilerinizin yolu fakir ibadethanemize düşer miydi hiç ?
- Aman hocam yandım ki ne yandım !.
- Sen yanmazsın a oğul !...Bulursun bir çaresini...
- Hocam iş bildiğin gibi değil !
- Bak sen...Gel bakalım hele eve varalım da konuşalım.

Recep Efendi başına gelen korkunç olayı utana sıkıla anlatırken Hoca Efendi gülmemek için ağzını yüzünü büzüp duruyordu.
- Yani sen şimdi karın Hüsnügül Hatunu şahitlerin gözü önünde şart olsun deyip boşadın öyle mi evlat ?
- He valla hocam ağam ile karısı, oğulları, ve bir dolu da akraba gelivermişti köyden. Bizim kadın da akşam surat etti, sofrayı becerip de ortaya çıkaramadı. Neyse ki yengem ve öbür kadınlar işe el atıverdiler. Sonra dır dıra devam edince tepem attı bağırıverdim işte. Şart olsun kadın boşadım seni dedim. Odasına koşup ne eşyası varsa alıp babasının evine gitti. Ben gözdağı verdim sabaha gider gönlünü alıp nikah yaparım dedim di ama iş öyle değilmiş he hocam ?

Hoca Efendi aklı başında ciddi mi ciddi din işlerinde ehil çok sevilen bir adamdı ama eğlenceyi de severdi doğrusu. Üstelik bu Hüsnügül Kadın Recep denen işgüzarın ikinci karısıydı. İlk karısını boşayıp anasının evine yollamış, ondan olan iki kızını da çeyizsiz çimensiz everivermişti. Sonra da zavallı fakir bir köylünün kızı olan 16’lık Hüsnügül’ü bir altın bileziğe alıp getirmişti. Güzelliği kasabayı günlerce meşgul eden bu bahtsız kadını da bir kez boşamış geri almıştı bu da ikinci vukuattı. Ne aksi, ne sulanmaz bir adamdı bu... tıpkı babası Ali Çavuş gibi... ama bu kez hoca da iyice kızmıştı.

- Olmaz oğlum. Şart olsun deyip boşadığın kadını hülle yapmadan geri alamazsın. Şer an mümkün değil.
- Ocağına düştüm hocam...Yap bir iyilik, bir yol göster!...Kadın da bende perişanız.
- Yapacağın iş belli...Güvenilir bir hülleci bulup kadını nikahlayacaksın sonra o boşayacak sen alacaksın.
- Aman hocam nerede bulayım öyle emin birini ?...
- E artık onu da sen bileceksin hadi kal sağlıcakla...Benim işim var bağa gidip bir bakacağım.

Olayın kasabada şimşek hızıyla duyulmasının ardından Recep Efendi’nin iyice eli ayağına karışmış ve hülleci aramaya koyulmuştu. Kimseye güveni yoktu ki bu iş için. Aslında evinin kedisini bile kasabadan kimseye emanet edemezdi, kaldı ki lokum gibi genç karısını...”ah aptal kafam ah” diye söylene söylene geziniyordu dükkanında...Dayanamadı dükkanı kapayıp ağasına koştu. Ramazan ağabeyi çiftlikte oğullarıyla dolaşmaya çıkmıştı. Hülleci bulmak zor işti. Her şeyiyle emin bir adam bulmak lazımdı ve bu da zaman alırdı. Ramazan ağabeyin en güvendiği adam Değirmenci Yakovas’dı...Hani Müslüman olsa tam aradıkları kişiydi. Recep Efendi de tanırdı Yakovas’ı...Kimsenin karısında kızında gözü olmayan, sakin tabiatlı, neşeli, kahkahası bol, hayat dolu genç bir adamdı. Ama olmazdı ki...Yakovas Rumdu ve de sürekli olmasa kiliseye giden tam bir Ortodokstu. Olur muydu acaba ?...
Hüsnügül’ün kuzguni siyah saçlarını ağır ağır taradığı esnada bizim Recep Efendi sağa sola koşturup duruyordu. Sonunda çareyi gidip Yakovasla konuşmakta buldu. Genç adam üzerinde un taneciklerini silkeledikten sonra oturup sessizce dinledi onu. Sonra gözlerindeki alaycı ışıltıyı belli etmemeye çalışarak konuştu :
- A Recep Efendi nasıl olur ben Müslüman değilim ki !...
- Hocaya danışacağım Yakovas kardaş...Hele sen bir olur de de...Ocağına düştüm kardaşım.
- Yahu Efendi senin cemaatten yok mudur ehli namus bir adam ? bula bula beni mi buldun ?
- Var bir iki kişide onlar da bu işe yanaşmazlar...Hadi olur de Yakovas kardaş !...

Yakovas Recep Efendi’nin sevilmeyen biri olduğunu bilirdi. Üstelik bu hülle işi ona eğlenceli görünmeye bile başlamıştı. Değirmenci Yakovas’dan sonra Hülleci Yakovas olmak da çok komik bir durumdu doğrusu. Üstelik anası, cemaattekiler, Papaz Efendi bir duysalar herhalde epeyce kızarlardı Papaz Anastasios’un iyice kızarmış yüzünü gözünün önüne getirince gülümsedi kendi kendine...Ama Recep Efendi’de böyle kolay kurtulmamalıydı bu işten...
- Bak Recep Efendi sana acıdım. Hadi olur dedim ama bilesin ki hem anamı hem cemaatimi karşıma alacağım...Ne için ?...
Recep Efendi ıkındı tıkındı, öksürdü tıksırdı ama sonunda bu işin bedelsiz olamayacağını anladı. Ya kesenin ağzını açacak ya da Hüsnügül’ü bir daha yatağında göremeyecekti. Zira Kayınpederi haber yollamış ve kızını hüllesiz vermeyeceğini söylemişti. Recep Efendi’nin bilmediği ise Hüsnügül’ün babasının bu aklı hoca Efendi’den aldığıydı. Gözlerinin önünde karısının incecik gecelikler içinde titreşen dolgun vücudu canlanınca ağzının kuruduğunu hissetti ve çayından bir yudumcuk daha aldı.
- Haklısın kardaşım... Ne kadar istersin bu işe bedel ?...
- Benim paraya ihtiyacım yoktur Recep Efendi... Rabbime şükür anama da kız kardeşime de layıkıyla bakarım. Ancak bizim cemaatin ayaklanmaması için senden bir bedel isteyeceğim. Köydeki ufak zeytinliği bizim kiliseye bağışlarsan ve de Hoca Efendi’de bu işe olur derse ben de kabul ederim.
- Aman kardaşım ne diyorsun ?...
- Başka çıkarı yoktur Efendi.

Haberi duyan Hüsnügül’ün tüm yüzü pembeye kesti. Bacısı koşa koşa gelip haberi vermişti. Kocası kendisini geri alabilmek için Yakovas’ı hülleci bulmuştu. Yani Hoca Efendi he derse Değirmenci Yakovasla nikahı kıyılacaktı. Uzun boylu, iri omuzlu, güneş yanığı tenli o genç ve yakışıklı adamı düşününce ürperiverdi. Gerçek anlamda olmasa da belki o adam kocası olacaktı kısa bir süre için...Bacısı koluyla dürttü “ Ne o kız pek bir daldın...kimi düşünüyorsun bakayım...Kocanı mı hülleciyi mi?”
Kasaba haberle çalkalanırken Ahmet Hoca aynı medresede okuduğu can yoldaşı Fuad Hoca ile oturmuş bu olayı konuşuyordu. Fuad Hoca arkadaşını ziyarete gelmişti ve bir iki gün kasabada konaklayacaktı. Fuad Hocanın görüşüne göre hüllecinin Müslüman olması şarttı. Hem bir Müslüman kadınını hülle için bile olsa bir gayrımüslimle evlendirmek doğru olmazdı. Ahmet Hoca da aynı fikirdeydi ama bu Recep Efendi’ye iyi bir ders vermek de istiyordu. Yoksa ilk karısı zavallı Şehriban gibi Hüsnügül’ün de sonu pek iyi görünmüyordu. Kızın babası yalvar yakar bu işe bir çare bulmasını istemişti kendisinden.
Hoca Efendi’nin bilmediği ise Yakovas’ın cemaatiyle görüşüp ikna ettiğiydi. Papaz Anastasios ilk anda çok sinirlenmiş, ancak zeytinliği alacaklarını duyunca sakinleşmişti. Ahmet Hoca ile Fuad Hoca bu işi tartışırlarken uzaktan Anastasios Efendi’nin geldiğini görüp ayaklandılar ve çardağa buyur ettiler. Kasabanın din adamları birbirlerini sevip sayarlardı. Uzun uzun konuşup tartışıp anlaştılar. Papaz Efendi zeytinliğin kilise gelirini artıracağını umduğunu söyledi ve Hocalar da onu doğruladılar. Fazla büyük değildi ama oldukça verimliydi. Üstelik Recep gibi adama da bu bedel azdı bile. Sonuç olarak Yakovas’ı hülle süresince Müslüman edecekler, iş bitince de vaftizini tekrarlayıp cemaatine dönecekti. Recep Efendi nikah bedeli olarak zeytinliğin yanında, 2 koca çuval kuru üzümü de kiliseye bağışlayacaktı. Bunları nikahtan önce yapacaktı, zira Recep denen adamın sözüne hiç güven olmazdı.
İsa’nın Diriliş’i bayramına 10 gün kala nikah kıyıldı. Yüzü kireç gibi beyazlamış Recep Efendi ve diğer şahitlerin huzurunda Hüsnügül, Müslüman olup Yakup adını alan Yakovasla nikahlandı. 3 gün beklenecek ve sonra Yakovas boş ol dedikten sonra Recep Efendiyle nikah kıyılacaktı. Bu arada Anastasios Efendi ile Ahmet Hoca zeytinliğe bakmaya gittiler ve Yakovas’da evine döndü.
Beklenmedik şeyler nedense hep beklenmedik zamanlarda olur. Hüsnügül’ün bacısı Yakovas’ın evine gelip anası Maria kadın ile konuştu ve babasının akşam Yakovas’ı çağırdığını söyledi. “Ne olur Maria Teyzem ağam mutlaka gelsin, çok önemliymiş dedi babam” diye sıkı sıkı tembihledi.
Akşam hava iyice indiğinde Yakovas kayınpederinin evine geldi ama kapıyı açan Hüsnügül dışında kimseyi evde bulamadı. Sıkıca örtünmüş olan Hüsnügül onu içeri buyur edip kapıyı kapattı ve eline mis gibi kokan bir fincan kahve tutuşturdu.
- Baban çağırmış beni.
- Babam değil aslında ben çağırttım da gelmezsin diye öyle dedim.
- Ne diye getirttin beni buraya ?
- Kocam değil misin ağam ?
- Şer’an öyle ama bilirsin bu iş hülle icabı.
- Hülle mülle kocamsın sen ağam.
- Ne diyorsun kadın ?
Hüsnügül ayağa fırlayıp başındaki örtüyü çekip attı ve kuzguni saçları gür bir şelale gibi omuzlarından aşağı saçıldılar...Neredeyse ayak bileklerini dövmekteydi bu kömür karası saç yığını...Gözleri badem gibi iri ve koyu, teni fildişi gibi şeffaftı...Yakovas böyle bir güzelliği ancak masallarda duymuş olabilirdi...”Dur oğlum dedi kendi kendine...Aklını başına devşir...Bu kadın başkasına tapulu sayılır”.
- Ağam ben Recep Efendi’yi hiç sevmedim hiç istemedim ama babam gariban adam naapsın verdi beni ona...Her günüm azap geçti o herifin evinde...Yatağına girmek istemedim hiç...İşi gücü para saysın, hesap yapsın...Pintinin teki, babam yaşında adam...Yazık değil mi bana !...Senin gibi bir aslan varken ağam...Gözüm nicedir sendeyken !.
Bir kazan sıcak su Yakovas’ın başından aşağı dökülüverir gibi olmuştu...Şimdi yakalasa bu kadını yatağa sürüklese, soyup altına alsa kim ne diyebilirdi ki ?...Nikahlı mikahlı karısıydı...Sonra boşardı yine ne olacak...
- Ağam yukarı çıkalım mı ?
- Sen çık ben geliyorum dedi ve kadını merdivene doğru itti...
Sokak kapısını iyice kontrol ettikten sonra yatak odasına yürüdü...Gaz lambasının ışığında Hüsnügül iyice soyunmuş ve ince bir gömlekle kalakalmıştı. Nasıl da güzel di vücudu...Dolgun ve kıvrımlıydı. Odanın kapısını ayağıyla itip kadını belinden kavradığı gibi yatağa fırlattı.
3 gün 3 gece kayınbabası nedense görünmedi ve Yakovasla Hüsnügül karı koca olmanın keyfini çıkarttılar. 3. günün sabahı Hüsnügül erkenden kalkıp kocasını giydirdi ve bir yandan da ağladı.
- Ağam, kocam, efendimsin artık boşama beni.
Yakovas içi sızlaya sızlaya evine döndü ve anasıyla bacısına durumu anlattı. İkisi de çok korktular Recep Efendi’nin ve tüm kasabanın hışmından...Zaten öğle olmadan Recep Efendi kapıya dayandı...Hoca efendi ve şahitler hazır bekliyorlarmış, şu işi bitirselermiş bir an önce...Akşama Hüsnügül’le gerdeğin keyfini kaçırmak istemiyordu Recep Efendi... “Hem bir de kurufasulye yaptırtayım bizim kadına” dedi içinden keyifle...Karısını dövmeyi de özlemişti doğrusu Recep Efendi... Evire çevire bir dövüverse rahatlayacaktı sanki...
Hüsnügüllerin evine geldiklerinde herkesi bahçede buldu Yakovas ve ne diyeceğini şaşırdı...Hüsnügül sıkıca örtünmüş ama kızarmış gözlerini açıkta bırakmıştı. Ahmet Hoca Yakovas’ın koluna dokundu...
- Hadi evladım 3 kez boş ol diyeceksin ve bu işten kurtulacaksın...
- Hocam ben...
- Söyle oğlum ?
Hoca’nın kulağına eğilip bir şeyler söyledi...Ahmet Hoca önce irkildi sonra öyle bir kahkaha gümbürdetti ki...Recep Efendi öleyazdı.
- Efendiler...Yakup Efendi karısı Hüsnügül Kadını boşamak istemiyormuş.
- Neeee!...Ne diyorsun sen !...
Recep Efendi Yakovas’ın yakasına yapışmış tepiniyordu.
- Kusura kalma Recep Efendi...Hüsnügülle birbirimizi sevdik...Ben sevdiğim kadını başkasına bırakamam...Artık karım o, çocuklarımın anası olacak...Var git başının çaresine bak...
- Hocam bu ırz düşmanını ne konuşturuyorsun ?...
- Evladım Yakup Efendi haklı yapacak bir şeyimiz yok !...Nikahlı karısı ister boşar ister boşamaz...Allah allah adama zorla karı mı boşatacağım !...Kızım Hüsnügül sen de bu adama koca diyecek misin ?...Hele gel de söyle...
- Hoca Efendi ağam...Ben ona çoktan kocam dedim.
- İyi ya...oğlum Yakup al karını evine gir...Cemaat sizde işinize bakın...Recep Efendi boynunu bük takdiri ilahiye razı ol...Hadi kalın sağlıcakla !.

İşte Yakovasla Hüsnügül’ün dillere destan evliliği böyle başladı. Zeytinlik kilisede kaldı ve Yakovas vaftiz tazelemediyse de kiliseye gitmekten de geri durmadı. Ahmet Hocaya da Anastasios Efendiye de aynı saygıyı gösterdi ve karısının dinine de hiç karışmadı. Kasabalı onu Yakup diye çağırmaya alıştı...Zaten çok sevilen biriydi, evlendikten sonra iyice aralarına aldılar. Hüsnügül kocasının dininin bütün özel günlerini öğrendi ve ne hizmet gerekiyorsa onu yaptı. Hüsnügül’ün babasının evinde oturdular ve Maria kadın da gelinini çok sevdi sık sık ziyaretlerine geldi.
Recep Efendi kahredip İstanbul’a gitti...Orada akrabalarından birinin dul kızıyla nikahlandı. Kayınpederinin manifatura işinin başına geçip parasına para kattı...Ne yazık ki savaşın soğuk nefesi bütün değerleri alt üst ederken Recep Efendi’nin paracıklarına dokunmadan geçti.
Mübadele gelip çattığında Ahmet Hoca Yakovas’ı çağırdı. Hüsnügül hamileydi ve kocasını gönderecekler diye ağlamaktan iyice sararıp solmuştu. Hoca Ahmet çok sevdiği bu iki insanı savaşın seline bırakmamaya kararlıydı. Bütün ileri gelenleri topladı ve kaderi değiştirecek olan kararını açıkladı:
“ Oğlum Yakovas...Sen bizim kasabamızın sevdiği saydığı Yakup kardeşimizsin...Kısa bir süre sonra senin cemaatinden herkes Yunanistan’a gitmek zorunda kalacak. Ancak ben diyorum ki sen Yakup’sun ve karın da Hüsnügül...Sen benim şahitliğimde Müslüman oldun...Anan da Müslüman olur ona da Meryem bacı deriz...Seni bırakmayız biz oğul”
Kasaba ileri gelenlerinin de kararıyla Yakovas’ın geçmişi örtüldü gizlendi...Yakup ve Hüsnügül 5 çocuklarıyla örnek bir mutluluk içinde yaşadılar. Değirmenci Yakup’un karısına yaktığı türküler bütün Ege’de ünlendi, söylendi...Yalnız bazı günler Yakup Efendi eski kilise kalıntısının önüne gidip yere çömelir ve bir sigara tüttürürdü...Çok yaşlanmıştı ve artık zorlukla yürüyordu...Gözlerini ufuklara diktiğinde karşı kıyıya giden bacısını, eniştesini ve bütün hısımlarını düşünüp hüzünlenirdi... Kaderinin ipleri Recep Efendi tarafından örülmüş olsa da, kendisini köklerinden çok ama çok uzaklara koysa da biliyordu...Aşkın dili, dini yoktu...Şu yaşlı bedeni binlerce yıl yaşasa bile yine aynı bedene doğru akardı...Karşı kıyıda çiçek açan baharlara inat...Sevmişti.
10 Nisan 2003 Ankara

NADYA'NIN IŞIĞI




Nicedir soluğunun kesilmekte olduğunu duyumsuyordu Bayan Nadya. Sanki göğsünün içine yüzlerce yılın tortusu dolmuş ve tıkayıvermişti soluğunun girişi çıkış yollarını..."Gün gelecek hiç ışık sızamayacak" diye geçirdi içinden tahta merdivenlere bin bir acıyla tırmanmaya çalışırken. Bacakları ufalmış gövdesini bile taşımakta zorluk çekiyorlardı artık...Durdu ve aşağıya, artık iyice soluklaşmış olan salona baktı. Bir zamanlar ne ihtişamlı partiler verilirdi bu salonda...Annesi tafta tuvaletinin içinde mağrur ve çekici bir beyefendi olan babasının koluna girip gelen misafirleri karşılardı tek tek. Hepsine uygun bir iltifat bulmayı da bilirdi evin güzel ve çekici hanımı ; "Ooo efendim ne kadar da latifsiniz bu gece !...Şekerim pembeler seni çok açmış...Hoşgeldiniz efendim ne şeref sizi burada görmek...Müşerref oldum efendim...Bizi güzel sohbetinizden mahrum etmediğiniz için çok teşekkür ederim..."

Kristal avizeleri Paris seyahatlerinin birinden dönerken çapkın dayısı getirmişti annesine sürpriz yapmak için. Bayan Jaklin'in yeşil gözleri pırıl pırıl yanmış ve kollarına atılmıştı biricik erkek kardeşinin. O yıl daha sona ermeden Paris'de bir yangında ölüp gidiverdi hayat dolu, neşeli, ışık saçan genç dayı.
Keşke Paris'e gidebilsem ve mezarına bir demetçik koyabilsem diye iç geçirdi Bayan Nadya...Ah Paris ah !...Gizemli aşıklar şehri... Paul bir gün mutlaka oraya gideceğiz demişti ama o gün hiç gelmedi...Paul genç yaşta ölüp giden dayısının arkadaşıydı.
Düşüncelere dalmışken merdivenlerin sonuna geldiğini fark etti Bayan Nadya ve kapısı sıkıca örtülü iki odadan birine sanki çekinerek girdi. Annesi ve babasının yatak odasıydı burası. Oymalı ve sedef kakmalı aynalı konsolun önüne geldiğinde öylece durup bunca yıl geçmesine karşılık tek bir leke bile olmayan kristal aynada yüzünü seyretti. Geriye taranmış ve sımsıkı toplanmış beyazla karışık kestane saçlarının çevrelediği yüzü hala çok güzeldi. Kırışıkları vardı elbet, özellikle gözlerinin etrafında bir küme çizgicik ve mora çalan halkacıklar...Ama teni hala fildişi beyazlığında gözleri yosun yeşilindeydi. Yeşil gözlerini annesinden almış ve küçük kızı Alin'e miras bırakmıştı. Alin aynı bana benziyor diye düşündü...Belki ela gözlü kızılımsı kumral saçlı Jaklin daha hoştu kardeşinden...Ama esmer güzeli Alin'in kendi gençliğine benzeyen bir pervasızlığı, hoş bir koketliği vardı.
Ne kadar da cesur ve bir o kadar da zekiydi bir zamanlar Bayan Nadya...Aynadaki siluetine bakıp tatlı tatlı gülümsedi. 27. doğum günü pazara denk gelmişti. Sıcacık bir Haziran günüydü ve o zamanlar hava şimdiki gibi dengesini yitirmemişti. Mayıs dedin mi güller kızarmaya başlar, Haziran'da incecik uçuşan elbiseler sandıklardan çıkarılıp çoktan giyilmeye başlanmış olurdu. O pazar erkenden kalkmış, yeşil tafta elbisesini giymiş ve güzelim saçlarını omuzlarına dökmüştü. Taze çiçek kokulu parfümden bolca süründükten sonra ince topuklu beyaz ayakkabılarını sarılı olduğu jelatinden özenle çıkararak ayaklarına geçirmişti. Bir masal perisi gibi süzülerek indi merdivenlerden ve annesiyle kaş göz ederek arabaya bindiler pazar ayinine yetişmek için.
Kilisenin huzur veren loşluğunda bir Mayıs gülü kadar taze, yaz denizi kadar cilveli görünüyordu Nadya. Yan sırada oturan genç adam gözlerini alamıyordu adeta...Öylece bakakalmıştı bu düşsel güzelliğe.
Etyenle tam tamına 1 ay sonra nişanlandılar.

Uzun süredir aynanın önünde duruyor olmalıydı, ayaklarının ağrısıyla kendine geldi fakat oturmak istemedi. Beyaz dantel örtünün altına ustalıkla saklanmış yatağa doğru yürüdü ve tazeliğini kaybetmiş olmasına rağmen şeffaf bir güzelliği olan ellerini örtünü üzerinde gezdirdi incitmekten ürkerek. İşte bu örtüyü annesi Etyenle evlenirken çeyiz olarak vermişti ona... Babası Beşiktaş iskelesinde kalp krizi geçirip öldüğünde annesi bu büyük yatak odasını terk etmiş ve konuk odasında yatmaya başlamıştı. Nadya odaya dokunamadı uzun süre...Sonra daha büyük diye Etyenle buraya geçmişlerdi.
Ellerini kaldırıp pencereden sızan kesif ışıkta inceledi. Paul bayılırdı ellerine...adeta bir çift güvercin derdi...Şimdilerde kanadı kırılmış, tüyleri hırpalanmış da olsa güvercin uçuculuğunu hala taşıyordu elleri...
Yatağın yanındaki küçük komodini açtı ve deste deste sıralanmış mendilleri kokladı. Evet hala lavanta kokusu hissedilebiliyordu. Bir süre ne yapacağını bilemedi, şimdilerde kimse kumaş mendil kullanmıyordu ki...Onlar buraya ...Bu eve aittiler...Çekmeceyi kapattı ve zorlukla soluk almaya çalıştı. Akciğerleri sanki binlerce toz tanesiyle dolmuş gibi zorlanıyordu artık. Elini göğsüne götürüp toparlanmaya çalıştı. Otursa belki iyi olacaktı ama oturmak istemiyordu, çünkü bir daha asla kalkamayacağından korkuyordu. Jaklin'in dediği gibi inatçıydı işte...Yıllar her şeyini alıp götürmüş ama inadını kıramamıştı.
Annesiyle ne çok tartışmışlardı o Kış. Birden hatırlayıverdi nedense..."İnadı bırakın kızım " demişti annesi "yıllar çabuk geçer daha siz anlamadan gider gençliğiniz...Hiçbir aşk kendini feda etmeye değmez...Daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsunuz ?...Sizi seven biri böyle yüzüstü bırakmaz...Gururlu olun biraz...Geleceğinizi düşünün"
Çok zaman geçti diye düşündü Bayan Nadya. Sanki asırlar önce olmuştu bunlar. Gençliğini yitirmeden evlenmeyi başarmıştı ama insan evlenmekle de kurtulamıyordu aşkın yakıcı rüzgarından. Her an ensesinin dibinde onun tütün kokan nefesi ve burnunda erkeksi kokusuyla yaşamıştı yıllar boyu.
Alin doğduğunda bebeğe dikkatle bakıp bu onun çocuğu olabilirdi demişti içinden...3 yaşındaki Jaklin bütünüyle babasının kopyasıydı. Onun kızıl kumral saçlarıyla çevrelenen minik yüzü hırçın ama gururlu bir ışıkla parlardı. Alin derinlerde düş gemilerini yüzdüren bir masal perisiydi sanki...Sık sık ortadan kaybolur ve herkesi korkudan öldürecek kadar telaşlandırırdı. Tıpkı onun gibi diye düşündü Bayan Nadya. Babası olsa bu kadar benzer miydi acaba ? Kalbini saran ateşi...tek aşkını bu kayboluş anlarının birinde yitirmişti sonsuza kadar...Paul...Paul diye içini çekti...
Bacaklarında kalan son bir güçle dışarı attı kendini ve kapısı sıkıca kapalı diğer odaya girdi. Genç bir kızken yattığı odaydı burası...Sonra fazla eşyaları koydukları bir depoya dönüşmüştü. Pembe damarlı mermer konsolu görünce gülümsedi yeniden. Bu konsolu Aleko usta yapmıştı onun 16. doğum günü için.Artık genç bir kız olduğuna karar veren annesi ısmarlamıştı Aleko ustaya...Taşını, ağacını özenle seçmişti. "Bayan Jaklin zevk sahibi kadındır" diyen usta ortağı Şamil ustayla kafa kafaya verip çalışarak doğum günüe yetiştirmişti konsolu. Sedef kakmaları ve ince oymaları Şamil ustanın marifetiydi...Şimdi arasan bulamazsın böylesini. Belki küçük torunu Rita'nın odasına koyabilirlerdi ama Jaklin ister miydi acaba?
Konsolun çekmecesini açınca aslında bu eve neden geldiğini de anımsayıverdi. Gümüş bir kutunun içinde düzenle istiflenmiş mektuplara bir an baktı öylece. İncecik ipek kağıtlara yazılmış ucu ucuna katlanmış mektuplar kurdelelerle sarılıp sarmalanmışlardı iyice. Bir an oturup hepsini okumayı düşündü ama ne zamanı vardı buna nede gücü...Yorgundu artık çok fazla yorgundu giderek azalan bir şey vardı içinde...Giderek solan bir şey...içinde yanan ışık zayıflıyordu günden güne...Annesi olsa bilirdi ışıksızlığın ne demek olduğunu. Nicedir tütün kokusu dolmaz olmuştu burnuna...Nicedir ateş sönmüştü.
İyice tıkanır gibi olduğundan bahçeye attı kendini ve tatlı bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Ah Celal Bey Ah" dedi fısıltıyla. Yıllar sonra bile hala aynı ihtimamla bakardı bahçeye ama o da yaşlanmıştı artık. Yine de güller, ortancalar, kadife çiçekleri soluk alıp yaşamaya devam ediyorlardı Celal Bey'in sayesinde. Şamil Ustanın küçük oğlu Celal, Nadya'nın mahalle arkadaşıydı. Çocuksuzluk acısı çeken Aleko usta da evlatçık diye severdi Celal'i. Akıllı uslu, ciddi bir çocuktu yaramazlığı hiç yoktu.
Celal Bey bahçe kapısında az kalsın çarpacaktı Bayan Nadya'ya.
-Ah Hanımefendi demek teşrif ettiniz !...Bilseydim rahatsız etmezdim efendim
-Ne rahatsızlığı efendim...Bilakis çok mutlu oldum rastlaştığımıza...Bahçe sayenizde neredeyse eskisi gibi durmakta
-Hanımefendi gücüm olsa iyice bakar çimlerini keser, ağaçlarını ilaçlardım amma yaşlılık...
-Sizin yıllardır hiç bir karşılık almadan bu bahçeye verdiğiniz emeği biliyorum Celal Bey...Borcumu ödeyemem.
-Efendim ne borcu...Çiçeğe , ota bakmak apayrı bir zevktir biz ölümlülere...Yalnızlığımızı çaresizliğimizi büyüterek...Ekerek...Biçerek yeneriz.
-Buyrunuz Beyefendi ayakta kalmayınız.
Celal Bey beyaz demir bahçe sandalyesine oturdu. Bir an öylece susup böceklerin sesini dinlediler, toprağın kokusunu içlerine çektiler. İstanbul'un yitirilen geçmişinden kalan en son bahçelerden biriydi burası ve bir kuşağın daha sonu gelmek üzereydi artık.
Nadya bu mahallenin en güzel kızıydı, sonra en ciddi Hanımefendisi olmuş ve sonra bir gün zamanın yıpratıcı deviniminde silinip gitmişti bu kentin belleğinden...Tıpkı kendisi gibi...
Sabahat'la söz kestikleri sene Etyen Beyle evlenmişti Bayan Nadya. Gençkızken de hanım dı ama idrak ötesi bir güzelliği vardı. Kimseler ilişemezdi...Mahalleli delikanlılar saygıyla eğerlerdi başlarını o geçerken...Laf atılmaz, atan da susturulurdu hemen. Nadya mahallenin düş perisiydi...
Şamil Usta Azerbaycan'dan bin bir zorlukla göç edip Erzurum'a geldiğinde cebinde ekmek alacak kadar bile parası yoktu. Gencecik karısı 3 aylık hamileydi ve yaşlı anası da açlıktan kurumuş kalmıştı. Sedef ustasıydı ama iş kuracak parası pulu yoktu...Zaten kıtlık zamanlarıydı kimsede sedef kaktıracak hal kalmamıştı. Sağdan soldan buldukları ekmekle bebeğin doğumuna kadar dişlerini sıktılar, sonra çulu çaputu sırtladıkları gibi yollara düştüler. Kah karısına omuz verdi kah ihtiyar anasını sırtladı ama vazgeçmedi yoldan...Korkmadı eşkıyadan Şamil Usta." Eşkıyadan parası olan korkar, bizim bir can borcumuz var açlıktan öleceğimize eşkıya elinde can verelim diye diye buldu İstanbul'u".
Kimseleri yoktu, ihtiyar anası çöpten ekmek toplayıp ağzında ıslatır bebeğe yedirirdi. Gece karanlığı çökünce karısı ve kendi çöp karıştırmaya çıkarlardı utana utana. "Vay Şamil usta vay çöp mi toplayacaktın sen" diye ince ince ağlayan anasının sesinden uyuyamazdı geceler boyu. Bir gün dayanamadı dışarı fırlayıverdi acıyla ..."Gideyimde atayım kendimi şu koca ummana" diye iskeleye yürürken camda yapışık ilana bakakaldı.

"Marangozhaneye çırak aranıyor"

Aleko usta gelen çırak adayına şaşkınlıkla bakakaldı. "Ama efendim siz bir sedef ustasısınız...Bir ustaya çıraklık ettiremem ki"
Şamil ustanın tütün rengi gözlerine ve genç yaşta çöken avurtlarına bakıp düşünceli düşünceli başını sallamıştı Aleko Usta. "Olsun ağam ...Çıraklık dokunmaz bize...Evdeki sübyanı aç komak dokunur...İhtiyar anamıza çöp toplatmak dokunur"
Böylece Aleko ustanın yanında işe başladı Şamil efendi... Ama Aleko usta ondaki sanatı bir çırpıda kavrayıvermişti. Hiç çıraklık ettirmedi bu gururlu ama saygılı Kafkas Beyi'ne. Konuşurken hep ustam diye çağırdı onu hep dostu, kardeşi belledi. Zaten mobilyaları sedefle süslenince daha bir satar olmuştu...Hem de kapış kapış...Siparişlere yetişemiyorlardı. Bu iş böyle olmayacak diyerek Şamil Ustayı ortak aldı yanına. Evladı , akrabası yoktu...Neyim varsa Mecit'in ve Celal'in olsun derdi. Çocuklar ona Aleko amca, hanımına Maria Teyze diyerek büyüdüler. Bayramlarda anaları iyice giydirip parlatır, babaları el öpmeye Aleko amcalarına götürürdü onları.
Celal Bey dalıp gitmişti uzaklara Bayan Nadya'nın sesiyle kendine geldi.
-Daldınız efendim
-Haklısınız Hanımefendi birden çocukluğum geldi aklıma Aleko amcayı hatırladım.
-Ne tuhaf az önce onun yapıp rahmetli pederinizin elleriyle sedeflediği konsola bakıyordum bende.
-Demek hala duruyor o konsol. Size getirdiğimiz günü hatırlarım da ne heyecanlıydı anneniz Hanımefendi. Ruhu şad olsun !
-Maalesef eskilerin içinde bir odada öylece duruyor efendim...oysa ondaki işçiliği bulabilir misiniz şimdi !
-Üzülmeyin Hanımefendi gençler şimdi hep böyle...Üzülmeyin torununza yadigar kalır.
Nasıl üzülmem diye düşündü Bayan Nadya. Konsolun geldiği gün çapkın dayısı da gelmişti Paris'ten ve yeğenine doğum günü hediyesi olarak bir fransız parfümü getirmişti ve makyaj takımı. Ama en önemlisi çok sevdiği arkadaşı Paul de yanındaydı ve ilk kez geliyordu İstanbul'a.
- Hanım kızlarınız nasıllar efendim ?
-İyiler efendim sağolun.
-Alin kızımız bazen gelir buralara.
-Öyle... Sever bu mahalleyi...Biliyorsunuz ayrıldı kocasından. İyi adamdı ama ..Bilmem ki Celal Bey zaman çok değişti. Bizim kuşağın kalkıp gitme vakti geldi Celal Bey...Çoktan geldi.
Acı bir öksürük tıkadı nefesini. Celal Bey fırlayıp çeşmeden bir tas su getirdi. Yudumları zorlukla yuttu Bayan Nadya.
-Çok hastayım Celal Bey çok. Soluğum azalıyor günden güne. Bildiğim bir şey bu iş uzun sürmez.
-Lütfen Nadya Hanım !. .. Bakın siz bile inanmamıştınız güllerin, kadife çiçeklerinin yaşayacaklarına giderken... Ama yaşadılar değil mi ?
-Celal Bey ! çiçeklerin solma zamanı gelince ne gün ışığı nede dağ suları tutabilir onları hayatta. Çiçek solmalı ve toprağa karışıp yeni tomurcuklar için besin haline dönüşmelidir bilirsiniz bunu. Ben sizden bir şey isteyecektim asıl.

Celal Bey başını öne eğip saygıyla dinledi Bayan Nadya'yı ve sonra taksiye kadar eşlik etti.
O hafta hep eski günleri düşünüp içini çekti Celal Bey... Tansiyonu çıktığı için uzun süre yatmak zorunda kaldı ama gözü hep Nadyaların evindeydi. Kendini iyi hissedince oğlunun ve gelininin ısrarlarına rağmen kalkıp giyindi ve yola düştü. "Bahçeyi ihmal ettim" diye düşündü acı acı. "Bayan Nadya'ya ne derim ben".

Demir kapıyı gıcırdatarak açıp içeri girdiğinde inledi derinden. Güller kuruyup gitmiş, kadife çiçekleri iyice yatmışlardı toprağa, ince bir toz tabakası altında erimişti canlı olan her şey. Mavi damarlı bir grilik altında sessizdi şimdi bahçe. Sessiz ve dingin...sanki yılar süren acı bekleyiş sona ermişti artık. Zaman özgür kalmıştı...
Üzüntüyle başını sallarken gördü kapıda duran genç kadını.
-Buyrun kızım
-Celal Amca benim tanımadınız mı ?
-Alin kızım sen misin ?
-Benim Celal Amca.
-Ne oldu hayırdır ?
-Ben de sizi aramaya gelmiştim ama gelininiz burada olduğunuzı söyledi.
Alin'in yüzünde biriken acının tortusunu görünce kalbi sıkışır gibi oldu yaşlı adamın.
-Kızım yoksa!...
-Annem dün sabahtan beri yok artık Celal Amca. Ölmeden önce size haber vermemi istedi cenazesi yarın belki katılmak istersiniz.
Genç kadının göz yaşları akıp boşalmaya başlamıştı yeniden... Yaşlı adama sarıldı.. Demir sandalyelere çöküp sessizce döktüler hüzünlerini toprağa.
-Ah kızım o büyük Hanımefendi de uçup gidince gerçekten bitti artık bizim kuşağın soluklanma zamanı...Gelirim elbet cenazeye...Gelirim...Gelmez olur muyum ....Ah kızım ah...Çiçekler de soldu zaten...Biliyordu Nadya Hanım biliyordu...Çiçeklerin solma zamanı gelmiş meğer.
Alin'in kolunda eve gelince daha bir fena oldu Celal Bey ama tüm engellemelere rağmen inatla ertesi gün kalkıp giyindi, traş oldu... Bahçede kalan son çiçekleri toplayıp bir buket yaptı ve Ermeni kilisesindeki cenazeye gitti. Dönüşte ince ince yağan yağmur altında yürüdü eve...Cebindeki anahtarla kapıyı açıp üst kata çıktı. Şamil ustanın Aleko ustayla elele , gönül gönüle yaptığı pembe mermerli sedef kakmalı konsolun gözünü açıp gümüş kutuyu çıkardı. Sonra Kayısı ağacının dibinde uğraşa uğraşa derin bir çukur açtı kutunun içine hiç bakmadan saygıyla çukura yerleştirip gömdü. Yeri belli olmasın diye iyice düzledi. İşi bitirince bacağı uyuştuğu için sendeleyerek ayağa kalktı ve eski bahçeye son kez baktı.
-Rahat uyuyun Nadya Hanım!... Dediğiniz herşeyi yaptım...Kutu güvende...Sizinle aynı zamanda o da yeşerecek başka dünyalarda...Yeniden buluşup konuşana dek rahat uyuyun efendim !...
Çökmüş omuzlarını son bir hamleyle doğrultup yürüdü Celal Bey...Yağmur iyice hızlanmış, buruşuk yanaklarından süzülerek akmaya başlamıştı. Arnavut kaldırımlı sokakta yürüyerek gözden kayboldu.

Ankara - 2000

Babama...
RÜZGAR


Rüzgar aniden esmeye başladığında hiç kimse hazırlıklı değildi. Garip bir büyü gibi geliverdi aniden...Sorumsuzca...Utanmazca...Esmek en doğal hakkı değil miydi rüzgarın ?...

Rüzgar : zaman, talih, yel den. Yatay yönde yer değiştiren hava (Fars.)

Kimi zaman mayıs papatyalarının taze ve baharlı kokusunu taşıdı rüzgar, kimi zaman olgun üzümlerin ballı tadını...Bazen de ölümün isimsiz şarkısını doldurdu kulaklara...Aşkın ölümü, Sevginin ölümü, babanın ölümü, geçmişin ölümü...Rüzgar sadece kendini bile taşısa çocuk saflığıyla, örtülüverdi kapılar, çekiliverdi tüller ve korkuyla dolu gözler izledi onu gittiği en son noktaya kadar...İhtiyar balıkçının buruşmuş yüzüne değdi rüzgar ve balıkçı toplayıverdi ağlarını...Oysa rüzgar balığı, bereketi, denizi, balıkçıyı kutsamaya gelmişti belki de...Beşikteki bebeği öpmeye gelmişti ölümün soğuk soluğu değmeden önce son kez ılık ılık öpücüklerle uğurlamaya...solgun yüzlü genç kadını sarıp sarmalamaya gelmişti sarhoş kocasının örselemesinden az önce...Ay ışığında yıkanan çıplak bedenleri örtmeye gelmişti... Kadının tek giysisi rüzgar olsun diye...Yeni doğan günün gölgesinde rüzgara bürünen kadın uçuvermişti dağların ardına...Kaçıvermişti geçmişinin alacalı haykırışından ve ötelerde bir yerlerde duyduğu kaval sesinin ardından yitip gitmişti...gitmişti de rüzgara bulmuşlardı suçu...Uğursuz saymışlardı onu...Lanetlemişlerdi...Oysa ne bebeği alan rüzgardı...Ne kadını götüren...Ne de talihi ters yüz eden...O yapılanı kutsamaya gelmişti...bozulacak olanı son bir kez görmeye...Ne miydi bozulacak olan ?...İnsan elinin değdiği her şey...Dur insan değme ! demeye gelmişti belki de...

Kapadokialı Konstantin Efendi nicedir garip düşler görüyordu...Gün ortasında aniden kararıveriyordu hava ve kuşlar çığlık çığlığa kaçışıyorlardı bir oraya bir buraya...Deliler gibi yatağından fırlıyor ve bağlara koşuyordu ter içinde...Bağlar harap olmuş, kütükler sökülüp atılıvermiş, toprak alt üst olmuştu. Delice bir rüzgar ne varsa önüne katmış götürüyordu...Önce evi uçtu gitti sonra karısı Marika ve kızları, oğlu...Yaşlı anası ardından uçuverdi...Koştu koştu Konstantin Efendi...Yerden yere vurdu kendini...Bağırdı haykırdı ama yetişemedi arkalarından...Sonunda rüzgar dindi , süt liman oldu her yer...yokolmuş bağın orta yerine çöküvermişti ki onu gördü...Garip garip şarkılar söyleyen bir oğlan çocuğu...Kucağında kafası kopmuş bir yavru kedi ve elinden sarkan bir mercan kolye...
Papaz iyice okuyup üfledi Konstantin Efendiyi, olmadı bir de hocaya okuttu kendini...Muska yazdırdı, kurşun döktürdü komşu Fahriye Kadına...Geçmedi ya sıkıntısı...O acaip rüyayı daha az görürü oldu sanki...”Buralar tekin değil” dedi Ejdadıların İbrahim Ağa...”Efendi dikkat et ıssızlarda gezme pek, cini ecinnisi eksik olmaz buraların, kendin de bilirsin ya...Bağa bahçeye geç vakitte yalnız gitme pek...Hele ki Deller yolundan uzak dur, rüzgara karşı yürüme...Geceleri çeşmeye suya gitme...” İbrahim Ağayı pek sayardı konu komşu , akıllıydı, hak bilirdi, ağırdı, mollaydı işte.
Ejdadıların efsanevi atası İbrahim Ağa henüz dinçliğini yitirmemişken karışıverdi ortalık...Hem de ne karışma...Ağlaşanlar inildeşenler...Saçları darmadağın olmuş kadıncıkların peşinde viyaklayan cılız bebeler...Ejdadıların son erkek çocuğu Ergin daha ana rahmine düşmemişti o günlerde...Ama ne günlerdi !...
- Öyle mi Konstantin efendi ?
- Öyledir ağam
- Yok mudur hali çaresi ?
- Yoktur !..
Araya giren sessizlik ayın görünen yüzü kadar büyür...büyür de büyür...Bir sigara daha sarar İbrahim ağa ve karşısında iki büklüm oturan omuzları çökük, ellerini koyacak yer bulamayan belki biraz da ölmeye başlamış adama uzatır.
- Aslında vardır da çaresi biz yapamayız ağam...İçimize sinmez babamızın atamızın dininden dönmek...Bize yakışmaz !
- Doğru dersin Efendi yakışmaz ...O zaman
Kesiliverdi sözcükler rüzgarın iniltisine karıştı sesler...Konuşacak ne kaldı ki ?...Gidenler ve kalanlar arasında ne kaldı paylaşacak ?...Soluk birkaç resim...Yitik birkaç anı dışında...İşte sütçünün kızları Marika ile Eleni...tombul bacaklarının gülümseyen beyazlığıyla utangaç gelincikler gibi gülümsemişler objektife...Şu yanda ki Orestes olmalı ...Daha yeni bıyıkları terlemiş genç delikanlı...Çapkın mı çapkın...Orestes’in yanındaki ihtiyar dedesi papaz Aristides Efendi...Pek kutlu bir ihtiyar...İşte İncelerin Ahmet yanına can dostu Yordan ağayı almış resim çektirmiş...İkisinin de yüzünde ciddi hatta sert bir ifade...Erkeğin geçmişin içinden geleceğe bakışı...böylesi sert yüzler kalmış geçmişten bize...Oysa siz onları tavlada görseniz...İnanamazsınız !...
- O zaman Ağam ele gideceğine sen al bu toprakları...Bedel diye de ne verirsen ver...Bundan geri bize ne mal lazım ne mülk...Vatansız kalmışız ağam...Evsiz barksız , yersiz yurtsuz kalmışız...Alıver işte...Alıver de ele gitmesin...
- Efendi bunca yıllık hukukumuz var... Ahbaplığımız var...Alırım alırım da neyse bedeli öderim...Ben Allahtan korkarım Efendi...Hele bir düşün bedelini ...Neyse ödeyelim...Malın fiyatını biçmek sahibine yakışır.

Ah İbrahim Ağam Ah !...Kaldı mı ki şimdilerde senin gibi insan...toprakda bozuldu... İnsan da ağam...

Rüzgar her yerden eser geçer de bizim oralarda bir başka eser. Kapadokia’nın rüzgarı sadece esmez....Oyar, biçimler, değiştirir, büyüler. Yabanıl kayaları hiç bıkmadan yontar...Gizemli kentler yaratır gizemli geçitlerle donanmış...Rüzgar yaratır, yok eder, üşütür...
Yıllar sonra bir bağbozumunda Ejdadıların henüz 4 yaşında olan son üyesi Ergin mercan oyuncağını vaktiyle Konstantin Efendiye ait olan bağda düşürüp kaybetti...Üvey babaannesi Çerkez güzeli Huriye hanım mercan kolyesini oynasın diye Ergine vermişti...Ne kolye umursandı nede güzel Huriye...Altının dışında takı bilmezdi kadınlar ve Huriye 2. Hanımdı...
Huriye Hanım armonika çalar, zeytinyağlı tuhaf yemekler yapar ve Ergin’i çok severdi. Zaten ailede onu fark eden tek kişi de Ergin bebekti...Ciddi suratlı ve her zaman sıkılmış gibi bakan bebeği dallı güllü dizlerinde hoplatır ona eski zaman masalları anlatırdı...Cinler ve perilerle dolu bu masalları dinleye dinleye büyüdü Ergin ve belki o yüzden tuhaf bir çocuk oldu.
Rüzgar Harım’dan* ötelere doğru tozu toprağı birbirine kattığında evden kaçtı Ergin... Henüz 6 yaşında, okul yüzü görmemiş, köyün dışında bir yer yok sanan, konuşmayı bile çok iyi beceremeyen ufacık boylu mini mini bir çocuktu ve bir sabah sakin sakin yürüyerek uzaklaştı evden. Ellerini yırtık ceplerine sokmuş, Huriye anneden öğrendiği eski bir İstanbul şarkısını mırıldana mırıldana yürüyordu bağlar bahçeler boyunca...eğilip çalışan kadınlardan erkeklerden hiç biri fark etmedi onu...Rüzgar şefkatle sardı bu çocuğu...Kendine ait bir parça sandı belki de...Minicik bedenini itekledi yorulmasın diye...Lastik pabuçlar içindeki yol iz bilmez ayaklarını havalandırdı yorulmasın diye...
Ergincik yol kenarında biten mor menevişli dikenleri korkusuzca kopardı, hem de narin ellerini kanatmadan ve onlara Haha’nın Gözü adını taktı...Arkasında kalan bağlarda rüzgar ortalığı talan etmekte ve yüzleri güneşin yol yol açtığı izlerle toprağın yüzü gibi çiziklerle dolu kadınlar şalvarlarını toplayıp koşturmakta, elleri ayakları nasırlı erkekler uçan kasketlerinin ardından yitip gitmekteydiler...Kasket deyip de geçmeyin ...Erkekliğin, ağalığın, mollalığın simgesiydi bir zamanlar onlar, şimdilerde fakirliğin, köylülüğün, cahilliğin işareti sayılsalar da...
Ergin hiçbir şeyin farkında olmadan, bir elinde dikenleri çuvaldız gibi uzun Haha’nın gözü dalları, diğer eli cebinde, ayaklarını sürüyerek yürüyordu...Çatlak dudaklarında o garip şarkı ve biraz da acımtrak bir gülümseme...Kimbilir ne zaman sonra eski kilise yıkıntısına ulaştı. Ağca kise derlerdi buraya...Cinli perili sayılır pek tekin görülmezdi yöre halkınca...Ergincik bilmeden, anlamadan ama ancak bir çocuğun sahip olabileceği derinlikle yürüdü mihraba doğru ve Haha’nın gözlerini değerli bir hediye gibi mihraba bıraktı...Mihraptan akan o kıpkızıl tatlı sıvıya buladığı parmağını yaladı mutlulukla...Dilinin şaraba değdiği, kalbinin uzaklara uçtuğu ilk andı o...Günü geldiğinde şarap şişesinin parlaklığında ve uzak iklimlerin büyülü kokusunda arayacaktı yitirdiği her neyse...Ve dilinde o garip şarkıyla uçup gidecekti bu alemden...Elini tutan kızına miras bırakarak Haha’nın Gözü’nü...
Kilisenin biraz ötesinde dedesinin eski bağı vardı. Babası uzak diye pek bakamıyordu buraya, o yüzden harap ve çalılarla doluydu üzüm kütüklerinin arası...Konstantin Efendi’nin vaktiyle elleriyle dikip büyüttüğü üzüm kütükleri acı acı eğmişlerdi başlarını...Erginciğin elini bir asma yaprağı kesti aniden ve kanı akmaya başladı tozun toprağın içine kırmızı kırmızı...
- Vah yavrum, vah evladım, İbrahim ağanın torunu gel yanıma dedi Konstantin Efendi...Üstü başı yırtılmış, yüzü gözü çizilmiş şekilde harap bağın ortasında kollarını açmış öylece duruyordu...
Koştu Ergin koştu...yüreğinden kopan o şarkıyla koştu kollarına...
Ertesi sabah bir asma kütüğünün dibinde uyurken buldular onu...Hocalara okuttular belki cinler götürmüştür diye...Cin bile başı eğik konuştu bakır tasta harelenen suya...
- Biz ellemeyiz onu...Efsunludur Ergin bebe...Kendi gitmiştir...gidecektir böyle bazı bazı...Uzaklar çağırır onu...Aldığı bir damla ağu çağırır...

Yıllar sonra Ergin öylece hareketsiz yatarken yatağında ve kızı içine akıttığı göz yaşlarıyla çorbasını içirirken, ya da gözlerini temizlerken, karısı yumuşacık elleriyle yıkarken onu, bir bebek gibi avuturken kucağında...Uzaklara dalıp giderdi gözleri...Ait olduğu iklimlerden onu çağıran sesleri duyardı belki de...Konuşamazdı artık, çünkü eriyip giden beyniyle yitirmişti kelimeleri...Ama mırıldanırdı kimi kez hiç bilinmedik bir melodiyi...
Ve bir sabah sessizce giderken Konstantin Efendi’nin ve İbrahim Ağa’nın elinden tutup, kızı dışında herkes öldüğünü sandı...Ama kızı Haha’nın Gözü’nü ve rüzgarı biliyordu...Rüzgarın parçasını aldıktan sonra esip gidişini seyretti...Ergin son kez kaçmıştı evden...

Simurg
Ankara – Ekim 2001

*Harım : At beslenen yer. Nevşehir’in Nar beldesinde bağlık bahçelik bir yere verilen isim.