10 Mayıs 2007 Perşembe


Babama...
RÜZGAR


Rüzgar aniden esmeye başladığında hiç kimse hazırlıklı değildi. Garip bir büyü gibi geliverdi aniden...Sorumsuzca...Utanmazca...Esmek en doğal hakkı değil miydi rüzgarın ?...

Rüzgar : zaman, talih, yel den. Yatay yönde yer değiştiren hava (Fars.)

Kimi zaman mayıs papatyalarının taze ve baharlı kokusunu taşıdı rüzgar, kimi zaman olgun üzümlerin ballı tadını...Bazen de ölümün isimsiz şarkısını doldurdu kulaklara...Aşkın ölümü, Sevginin ölümü, babanın ölümü, geçmişin ölümü...Rüzgar sadece kendini bile taşısa çocuk saflığıyla, örtülüverdi kapılar, çekiliverdi tüller ve korkuyla dolu gözler izledi onu gittiği en son noktaya kadar...İhtiyar balıkçının buruşmuş yüzüne değdi rüzgar ve balıkçı toplayıverdi ağlarını...Oysa rüzgar balığı, bereketi, denizi, balıkçıyı kutsamaya gelmişti belki de...Beşikteki bebeği öpmeye gelmişti ölümün soğuk soluğu değmeden önce son kez ılık ılık öpücüklerle uğurlamaya...solgun yüzlü genç kadını sarıp sarmalamaya gelmişti sarhoş kocasının örselemesinden az önce...Ay ışığında yıkanan çıplak bedenleri örtmeye gelmişti... Kadının tek giysisi rüzgar olsun diye...Yeni doğan günün gölgesinde rüzgara bürünen kadın uçuvermişti dağların ardına...Kaçıvermişti geçmişinin alacalı haykırışından ve ötelerde bir yerlerde duyduğu kaval sesinin ardından yitip gitmişti...gitmişti de rüzgara bulmuşlardı suçu...Uğursuz saymışlardı onu...Lanetlemişlerdi...Oysa ne bebeği alan rüzgardı...Ne kadını götüren...Ne de talihi ters yüz eden...O yapılanı kutsamaya gelmişti...bozulacak olanı son bir kez görmeye...Ne miydi bozulacak olan ?...İnsan elinin değdiği her şey...Dur insan değme ! demeye gelmişti belki de...

Kapadokialı Konstantin Efendi nicedir garip düşler görüyordu...Gün ortasında aniden kararıveriyordu hava ve kuşlar çığlık çığlığa kaçışıyorlardı bir oraya bir buraya...Deliler gibi yatağından fırlıyor ve bağlara koşuyordu ter içinde...Bağlar harap olmuş, kütükler sökülüp atılıvermiş, toprak alt üst olmuştu. Delice bir rüzgar ne varsa önüne katmış götürüyordu...Önce evi uçtu gitti sonra karısı Marika ve kızları, oğlu...Yaşlı anası ardından uçuverdi...Koştu koştu Konstantin Efendi...Yerden yere vurdu kendini...Bağırdı haykırdı ama yetişemedi arkalarından...Sonunda rüzgar dindi , süt liman oldu her yer...yokolmuş bağın orta yerine çöküvermişti ki onu gördü...Garip garip şarkılar söyleyen bir oğlan çocuğu...Kucağında kafası kopmuş bir yavru kedi ve elinden sarkan bir mercan kolye...
Papaz iyice okuyup üfledi Konstantin Efendiyi, olmadı bir de hocaya okuttu kendini...Muska yazdırdı, kurşun döktürdü komşu Fahriye Kadına...Geçmedi ya sıkıntısı...O acaip rüyayı daha az görürü oldu sanki...”Buralar tekin değil” dedi Ejdadıların İbrahim Ağa...”Efendi dikkat et ıssızlarda gezme pek, cini ecinnisi eksik olmaz buraların, kendin de bilirsin ya...Bağa bahçeye geç vakitte yalnız gitme pek...Hele ki Deller yolundan uzak dur, rüzgara karşı yürüme...Geceleri çeşmeye suya gitme...” İbrahim Ağayı pek sayardı konu komşu , akıllıydı, hak bilirdi, ağırdı, mollaydı işte.
Ejdadıların efsanevi atası İbrahim Ağa henüz dinçliğini yitirmemişken karışıverdi ortalık...Hem de ne karışma...Ağlaşanlar inildeşenler...Saçları darmadağın olmuş kadıncıkların peşinde viyaklayan cılız bebeler...Ejdadıların son erkek çocuğu Ergin daha ana rahmine düşmemişti o günlerde...Ama ne günlerdi !...
- Öyle mi Konstantin efendi ?
- Öyledir ağam
- Yok mudur hali çaresi ?
- Yoktur !..
Araya giren sessizlik ayın görünen yüzü kadar büyür...büyür de büyür...Bir sigara daha sarar İbrahim ağa ve karşısında iki büklüm oturan omuzları çökük, ellerini koyacak yer bulamayan belki biraz da ölmeye başlamış adama uzatır.
- Aslında vardır da çaresi biz yapamayız ağam...İçimize sinmez babamızın atamızın dininden dönmek...Bize yakışmaz !
- Doğru dersin Efendi yakışmaz ...O zaman
Kesiliverdi sözcükler rüzgarın iniltisine karıştı sesler...Konuşacak ne kaldı ki ?...Gidenler ve kalanlar arasında ne kaldı paylaşacak ?...Soluk birkaç resim...Yitik birkaç anı dışında...İşte sütçünün kızları Marika ile Eleni...tombul bacaklarının gülümseyen beyazlığıyla utangaç gelincikler gibi gülümsemişler objektife...Şu yanda ki Orestes olmalı ...Daha yeni bıyıkları terlemiş genç delikanlı...Çapkın mı çapkın...Orestes’in yanındaki ihtiyar dedesi papaz Aristides Efendi...Pek kutlu bir ihtiyar...İşte İncelerin Ahmet yanına can dostu Yordan ağayı almış resim çektirmiş...İkisinin de yüzünde ciddi hatta sert bir ifade...Erkeğin geçmişin içinden geleceğe bakışı...böylesi sert yüzler kalmış geçmişten bize...Oysa siz onları tavlada görseniz...İnanamazsınız !...
- O zaman Ağam ele gideceğine sen al bu toprakları...Bedel diye de ne verirsen ver...Bundan geri bize ne mal lazım ne mülk...Vatansız kalmışız ağam...Evsiz barksız , yersiz yurtsuz kalmışız...Alıver işte...Alıver de ele gitmesin...
- Efendi bunca yıllık hukukumuz var... Ahbaplığımız var...Alırım alırım da neyse bedeli öderim...Ben Allahtan korkarım Efendi...Hele bir düşün bedelini ...Neyse ödeyelim...Malın fiyatını biçmek sahibine yakışır.

Ah İbrahim Ağam Ah !...Kaldı mı ki şimdilerde senin gibi insan...toprakda bozuldu... İnsan da ağam...

Rüzgar her yerden eser geçer de bizim oralarda bir başka eser. Kapadokia’nın rüzgarı sadece esmez....Oyar, biçimler, değiştirir, büyüler. Yabanıl kayaları hiç bıkmadan yontar...Gizemli kentler yaratır gizemli geçitlerle donanmış...Rüzgar yaratır, yok eder, üşütür...
Yıllar sonra bir bağbozumunda Ejdadıların henüz 4 yaşında olan son üyesi Ergin mercan oyuncağını vaktiyle Konstantin Efendiye ait olan bağda düşürüp kaybetti...Üvey babaannesi Çerkez güzeli Huriye hanım mercan kolyesini oynasın diye Ergine vermişti...Ne kolye umursandı nede güzel Huriye...Altının dışında takı bilmezdi kadınlar ve Huriye 2. Hanımdı...
Huriye Hanım armonika çalar, zeytinyağlı tuhaf yemekler yapar ve Ergin’i çok severdi. Zaten ailede onu fark eden tek kişi de Ergin bebekti...Ciddi suratlı ve her zaman sıkılmış gibi bakan bebeği dallı güllü dizlerinde hoplatır ona eski zaman masalları anlatırdı...Cinler ve perilerle dolu bu masalları dinleye dinleye büyüdü Ergin ve belki o yüzden tuhaf bir çocuk oldu.
Rüzgar Harım’dan* ötelere doğru tozu toprağı birbirine kattığında evden kaçtı Ergin... Henüz 6 yaşında, okul yüzü görmemiş, köyün dışında bir yer yok sanan, konuşmayı bile çok iyi beceremeyen ufacık boylu mini mini bir çocuktu ve bir sabah sakin sakin yürüyerek uzaklaştı evden. Ellerini yırtık ceplerine sokmuş, Huriye anneden öğrendiği eski bir İstanbul şarkısını mırıldana mırıldana yürüyordu bağlar bahçeler boyunca...eğilip çalışan kadınlardan erkeklerden hiç biri fark etmedi onu...Rüzgar şefkatle sardı bu çocuğu...Kendine ait bir parça sandı belki de...Minicik bedenini itekledi yorulmasın diye...Lastik pabuçlar içindeki yol iz bilmez ayaklarını havalandırdı yorulmasın diye...
Ergincik yol kenarında biten mor menevişli dikenleri korkusuzca kopardı, hem de narin ellerini kanatmadan ve onlara Haha’nın Gözü adını taktı...Arkasında kalan bağlarda rüzgar ortalığı talan etmekte ve yüzleri güneşin yol yol açtığı izlerle toprağın yüzü gibi çiziklerle dolu kadınlar şalvarlarını toplayıp koşturmakta, elleri ayakları nasırlı erkekler uçan kasketlerinin ardından yitip gitmekteydiler...Kasket deyip de geçmeyin ...Erkekliğin, ağalığın, mollalığın simgesiydi bir zamanlar onlar, şimdilerde fakirliğin, köylülüğün, cahilliğin işareti sayılsalar da...
Ergin hiçbir şeyin farkında olmadan, bir elinde dikenleri çuvaldız gibi uzun Haha’nın gözü dalları, diğer eli cebinde, ayaklarını sürüyerek yürüyordu...Çatlak dudaklarında o garip şarkı ve biraz da acımtrak bir gülümseme...Kimbilir ne zaman sonra eski kilise yıkıntısına ulaştı. Ağca kise derlerdi buraya...Cinli perili sayılır pek tekin görülmezdi yöre halkınca...Ergincik bilmeden, anlamadan ama ancak bir çocuğun sahip olabileceği derinlikle yürüdü mihraba doğru ve Haha’nın gözlerini değerli bir hediye gibi mihraba bıraktı...Mihraptan akan o kıpkızıl tatlı sıvıya buladığı parmağını yaladı mutlulukla...Dilinin şaraba değdiği, kalbinin uzaklara uçtuğu ilk andı o...Günü geldiğinde şarap şişesinin parlaklığında ve uzak iklimlerin büyülü kokusunda arayacaktı yitirdiği her neyse...Ve dilinde o garip şarkıyla uçup gidecekti bu alemden...Elini tutan kızına miras bırakarak Haha’nın Gözü’nü...
Kilisenin biraz ötesinde dedesinin eski bağı vardı. Babası uzak diye pek bakamıyordu buraya, o yüzden harap ve çalılarla doluydu üzüm kütüklerinin arası...Konstantin Efendi’nin vaktiyle elleriyle dikip büyüttüğü üzüm kütükleri acı acı eğmişlerdi başlarını...Erginciğin elini bir asma yaprağı kesti aniden ve kanı akmaya başladı tozun toprağın içine kırmızı kırmızı...
- Vah yavrum, vah evladım, İbrahim ağanın torunu gel yanıma dedi Konstantin Efendi...Üstü başı yırtılmış, yüzü gözü çizilmiş şekilde harap bağın ortasında kollarını açmış öylece duruyordu...
Koştu Ergin koştu...yüreğinden kopan o şarkıyla koştu kollarına...
Ertesi sabah bir asma kütüğünün dibinde uyurken buldular onu...Hocalara okuttular belki cinler götürmüştür diye...Cin bile başı eğik konuştu bakır tasta harelenen suya...
- Biz ellemeyiz onu...Efsunludur Ergin bebe...Kendi gitmiştir...gidecektir böyle bazı bazı...Uzaklar çağırır onu...Aldığı bir damla ağu çağırır...

Yıllar sonra Ergin öylece hareketsiz yatarken yatağında ve kızı içine akıttığı göz yaşlarıyla çorbasını içirirken, ya da gözlerini temizlerken, karısı yumuşacık elleriyle yıkarken onu, bir bebek gibi avuturken kucağında...Uzaklara dalıp giderdi gözleri...Ait olduğu iklimlerden onu çağıran sesleri duyardı belki de...Konuşamazdı artık, çünkü eriyip giden beyniyle yitirmişti kelimeleri...Ama mırıldanırdı kimi kez hiç bilinmedik bir melodiyi...
Ve bir sabah sessizce giderken Konstantin Efendi’nin ve İbrahim Ağa’nın elinden tutup, kızı dışında herkes öldüğünü sandı...Ama kızı Haha’nın Gözü’nü ve rüzgarı biliyordu...Rüzgarın parçasını aldıktan sonra esip gidişini seyretti...Ergin son kez kaçmıştı evden...

Simurg
Ankara – Ekim 2001

*Harım : At beslenen yer. Nevşehir’in Nar beldesinde bağlık bahçelik bir yere verilen isim.

Hiç yorum yok: