12 Mayıs 2007 Cumartesi

KIRMIZI KARANFİL


İnsana kendinden başka cehennem yok



Hapisten çıkalı bir 20 gün olmuştur herhalde. Ne günleri saydım ne de geceleri bildim...Karmakarışık bir bahçenin ortasında öylece tek kalmış karanfil çiçeği gibiyim sanki...Her şey yabancı bana ; Karım yabancı, çocuklarım yabancı, duvardan ayıplayarak bakan babamın resmi yabancı...Anamın izi bile kalmamış...Bir zavallı kuştu anam...Ne zaman uçtu, ne zaman gitti...Onu bile hatırlamıyorum.
Kuru nane ve hamur kokan bu evde ne zaman yaşadım ben ?...Ne yaşadım ?...Gözleri çukura kaymış, elleri yol yol olmuş bu kadınla neyi paylaştı yüreğim ?...Çıktığımdan beri her şey boğuyor beni...Özlüyorum mapusdaki lekeli kırık çay bardaklarından tüten, acısı iç yakan tavşan kanı çayları...Çayın katığı peksimeti özlüyorum elimde değil...Reşid Ağanın tespih şıkırtısına karışan Cafer’in yanık Urfa türkülerini istiyor kulağım. Musa Canın yitik sayıklamaları ardında kalan Gardiyanın babacan gözleri...
Samiye’yi bir tek görüş günlerinde hatırlıyorum ne garip...Geri kalan zamanda belirsiz bir hayalet, kara bir gölge Samiye...Karım...Kadınım oysa...Pazen geceliklerinin ardından patlayan kocaman memeleriyle kadınım...
Ne aşkı bildi bu yürek ne sevmeyi...Öğretmediler ki nasıl sever insan ?...Nasıl incitmeden koklanır çiçek ?...Nasıl örselemeden sahip olunur bir kadına ?...Bilmedik. Şimdiyse belki bildik ama çok geç artık. O duvarlar çoktan çakılmış yüreğimin tam ortasına...Eğri büğrü, kapısız, penceresiz duvarlara hapsolmuşum...Ezilmişim böcekler gibi...Doğrulamam imkanı yok...
Samiye anladı mı yitmişliğimi ?. Çıktığımdan beri evin ufak avlusunda yürür duruyorum...Mapusdaki voltalara benzemez bu yalnız gidiş...Ellerim ceplerimde, omuzlarım düşmüş yürüyorum...
Oysa her gün hevesle beklerdik volta saatlerini...O daracık, havası kıt avluda sağ yanımda Reşid ağa, sol yanımda Cafer yürür dururduk...Sanki köyümüzün, ocağımızın bahçesindeymişcesine keyifli, bir o kadar da ciddi...Yüzü geldiğinden beri sarı kara, elleri damar damar kabarmış Musa Can çöküverirdi duvarın çatlağının dibine...Nicedir ciğerleri hasta solup gidiyor günbegün Musa Can...Ama inadına tüttürdüğü sigarasını hep o duvar çatlağına basardı...Ölüme dönüktü yüzü...Güneşe dönen günebakanlar gibi ölüme dönmüştü...Kendi kendine konuşur, güler, ağlardı...
Hele bir türkü söyle Cafer !...Urfa’nın etrafı dumanlı dağları söyle !...Gencecikken, dalda bir kiraz gibi tazeyken ölüme giden Bedir’in türküsünü söyle !...Toprağın çatlağına sıkışıp kalan gülümsemeleri anlat Reşid Ağam !...Ekinlerin boy verişini, yaprakların rüzgarın önünde nazlı gelinler gibi salınışlarını anlat Musa Can !...Gitmeyeydin Musa Can...Kalaydın biraz...
Ne avlunun sessiz yalvarışı avutuyor beni ne Samiye’nin anaç bir kuş gibi özenli, yumuşak kadın bakışları...Geceleri sarındığım saten yorganımdan başka bir şey istemiyor bedenim...Kadınımla paylaştığımız yatak odasının ıssızlığından ürküyorum...Uyuyamıyorum...Somya gıcırtılarına karışan demir tıngırtıları olmadan da uyuyamam artık...Benim bildiğim anladığım tek gerçek mapusluk...Bedenimi çıkardılar neye yarar ben sonsuza kadar kapanmışım parmaklıklara...Lakin artık yapayalnızım zindanlarımda... Acım bundandır...
Oğullarım iki taze fidan gibi soluklanırlar yanı başımda ama dokunamam kara kıvırcık başlarına...Elim varmaz...Onlara şimdi tanımadıkları yabancı bir baba değil avunacakları bir baba resmi lazım sadece...Ah Musa Can ah !...
Havanın bahara döndüğü bir öğleden sonra yıkıldı Musa Can...Çömeldiği duvarın dibine yavaşça kayıverdi kurumuş bedeni...Reşid Ağanın iri elleriyle kavradığı başı bir an kımıldadı sadece...Gözleri göğe dikildi...Kara sarı yüzünden belli belirsiz bir pembelik geçti ve tek bir solukla gidiverdi Musa Can...Başı Reşid Ağa’nın ellerinde, bir eli Cafer’in eline saklanmış diğeri bende emanet...Akşamına ağıdını yaktı Cafer...Bağlamasına doladı türküsünü...
Hacer Gelin gencecik yüzüne yaraşmayan çizgiler ve lekelerle geldi Reşid Ağanın ziyaretine ve kocasının bıraktığı üç kuruşu başı önünde aldı Ağadan...Birde mercan tespihini...Yıkıla yokola gitti Hacer Gelin...Kocası zamansız göçmüş bir kadın nereye giderse oraya. Mezarlığa...Hocaya...Anasının evine...Varlığından utanç duyulan bir sığıntı o artık...Dulluk alnına çakılan bir çivi...Battıkça batar, kanattıkça kanatır...Öldürmez ama tüketir.
Samiyeye boncuk aldırdım geçen gün renk renk...Boncuk işi yapayımda satayım dedim...Mapusda uğraşımız, eğlencemizdi bu...Sigara paramızda çıkardı hani...Elim varmadı nedense. Sessiz soluksuz bu avluda tutmadı elim boncuğu...
Günlerimi boş avluda turlayarak geçirdiğimi gören Samiye çiçekli bir minder attı duvarın dibine oturayım diye ama nafile alışmamışım ki...Duvar dibine çömelmekteyim hala...
Bazen günebakanların gölgesinde uyukladığım eski çocukluk günlerimi hatırlarım...Vızır vızır arılar uçuşur...Hışır hışır rüzgar vururdu dallarına incecik otların...Ayağım çıplak, derim güneşten kararmış, burnumda anamın yarma çorbası kokusu mis gibi...Henüz duvar, hücre, parmaklık, mapusluk nedir bilmiyorken...Musa Canın belki bebek olduğu o günlerde...Belki daha doğmamıştı bile garip...
Çıktığımdan beri acayip rüyalarla boğuşur oldum oysa içerdeyken hiç rüya görmezdim. Reşid Ağayı neşeyle halay çekerken görüyorum sık sık...Cafer halay başı olmuş...Beni de çağırıyorlar el edip...Ama öyle ağırım ki külçe gibi kalkamıyorum yerimden...Sonra hepsi ufalmaya başlıyorlar...Yer böcekleri gibi ufacık oluyorlar...Musa Can geliyor hepsini yerden tek tek toplayıp kıpkırmızı bir karanfil çiçeğinin taç yapraklarına oturtuyor...
Defalarca hocaya ve Samiye’ye anlatmayı düşündüm bu rüyayı ama onlar nereden bilir Reşid ağayı, Caferi, Musa Canı...
Ama geçen haftadan beri karışık aklım hem de bizim çapalanmış patates tarlası gibi toz duman...Bizim evin çıplak avlusunda duvar dibine çökmüş Musa Can...Dalgın dalgın yere bakıyor...Sonra başını yerden kaldırıp tütün rengi gözlerini gözüme dikti ve sımsıkı kapadığı avuçlarından bir karanfil çiçeği bıraktı yere...Kıpkırmızı, kan gibi ışıl ışıl yanan diri bir çiçek...Oysa Musa Can giderek soluklaşıyor, siliniyor sanki...O soldukça çiçek daha bir canlanıyor...Sanki işvebaz bir hatun gibi kıvrım kıvrım, büklüm büklüm oluyor...Ellerimi Musa Can’ın artık iyice silinmiş bedenine uzatıyor tutmaya çabalıyorum...Nafile !...Yitip gidiyor...
Bir hafta boyunca sürekli içime yapıştı bu rüya...Geceleri terleyerek, boğularak uyandım çoğu kez...Soran gözlerle bakan Samiye’ye sigaradan boğazım yanar demek zorunda kaldım. Belki Yaşar Hoca’ya bir gitmeli...
Ben nicedir mapuslukdan başka hayat bilmez olmuşum. 30 yaşında umutla dolu bir delikanlıyken girdim, 50 yaşımda yolun sonuna yaklaşmış, avurtları çökmüş, saçları bembeyaz yaşlı bir adam iken saldılar dışarı...Ne çok ölüm hastalık, yıkım ama ne kadar da çok dostluk, kardaşlık, dirim gördü bu gözler...Nicedir günebakanların altında uyumaktan başka isteğim yok...Uyumak !...Bir daha uyanmamacasına...Bir de eğer denk düşerse Musa Can’ın anasının tarhana çorbasından içmek...Naneli, yoğurtlu tarhanayı Anam bacıyla kaşıklamak...


Kadın o sabah garip bir önseziyle uyandı yatağından...Kocası yoktu yanında...Zaten yatağın bir ucuna büzüştüğünden var mı yok mu anlayamıyordu ki !...Kalbi bir başka çarptı kadının ...Endişeyle bacaklarını yere sallayıp doğruldu. Hiç yapmazdı ama bu kez pazen geceliğinin eteklerini toplayıp avluya yürüdü...Bomboştu avlu...Ipıssızdı...İnceden bir yağmur çiseliyordu tıpır tıpır...Ayaklarına plastik terlikleri geçirip yürüdü...Avlunun orta yerinde kıpkırmızı bir karanfil çiçeği yatıyordu... Karanfilin baharatlı kokusu tüm avluyu sarıvermişti adeta...Kadın düşecek gibi oldu, sallandı.


Bir sabah öylece hiçbir mektup ya da not bırakmadan ve yanına eşya almadan gidiverdi...
Kadın derin bir soluk aldı ve her zamanki işlerine koyuldu...Oğlanlar rahatladı sanki...Karanlık bir buluttan kurtulmuş gibi neşelendiler...
Uzaklarda bir köyde, ıssız, terkedilmiş bir mezarda bir karanfil boy verir oldu kendi kendine...
Günebakanlara şarkı söyledi bir çocuk !...Bir bebek ana rahmine düştü belki de...Saçları belikli bir kız gelincikler gibi kızarıverdi aniden...Adı bilinmez bir köyde incecik akan çeşmeye toprak bir testi bıraktılar dolsun diye...
Kollarını gülerek uzattı Musa Can.
Bağlamasının tellerinde hızlı hızlı parmaklarını gezdirdi Cafer...
Tespihinin kopan ipiyle uğraşıyordu Reşid Ağa...
Tulum peynirini bastığı köy ekmeğiyle kahvaltı yapıyordu Gardiyan...
Serseri bir kuş iniverdi avluya...
Serseri bir kuş...
Bir kuş.

Ankara - 2002

Hiç yorum yok: